Tayfur bir peygamber değil, ne bir mucizesi var ne de bir kerameti. Bir rüyası var, o da pek mübarek bir şey değil. Ama Tayfur, o gece gördüğü rüyaya bir peygamber gibi inanıyor. Bir hesaplaşma fırsatı bu ona göre, hayatını temize çekebileceği bir boş sayfa. Ama ihtimal, her seferinde yaptığı gibi, bir ağırlık bindiriyor Tayfur’a. Belirsizlik belini bükmeye başlıyor. Yıllar sonra ilk kez kalp atışları böylesine hızlanıyor, koltuk altları nemleniyor. Biraz gevşemek için bir şarkı mırıldanmak istiyor, düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor ve yeni uyanmış çatallı sesiyle, hafifçe gülümseyerek söylemeye başlıyor; “Kaderinden kurtulan var mı dünyada…”
Kargocudaki işinden ayrılalı bir hafta oldu. Biraz tatsız bir mesele, ayrıntıları anlatmadı kimseye. Karısına da anlatmadı. Bir süredir pek konuşmuyordu zaten. Araları bozuk muydu? Pek sayılmaz, baştan beri böyleydi Tayfur. Yaş otuza gelince annesi ona bir kız buldu. Boyabatlı, sessiz sakin, iyi bir kız. Maksat oğlan serserilikten kurtulsun, it kopukla takılmasın, otursun evinde, çalışsın. Hem belki kız bunu namaza falan da başlatır, çeker çevirir biraz. Tayfur namaza falan başlamadı tabii, başta bir iki cumaya gitti, sonra sıkıldı bıraktı, ama duruldu biraz, eskisi gibi değil. Mahalleden ayrıldı. Hepsi birbirine benzeyen bin daireli apartmanların birinde oturuyorlar şimdi. Biraz uzak, ama artık oralar da İstanbul sayılıyor. Motoru da sattı Tayfur, Suzuki’yi. Bir yıllık kirayı peşin ödediler, oralarda kiralar uygun zaten. Annesi de istemiyordu motoru. Başına ne geliyorsa o motordan geliyor zannediyordu. Tayfur hızlıydı evlenmeden önce. Hızlıydı ama yokuş aşağı. Sulu, kuru, kavga, dövüş, kumar… Hatta validenin dul maaşı yetmeyince torbacılık. Birkaç kez sağlam dayak yedi, bir kere de bıçaklandı. Çocuklar zor yetiştirdi hastaneye. Zaten ondan sonra kabul etti bu kızı, yoksa evlenmezdi. “Korktu” dedirtmez kendine, “böyle gitmeyeceğini anladı” diyelim. Evlendirme dairesinde on dakikalık bir öğlen nikahı, mahalleden oğlanlar, annesinin çevresi, kızın ailesi… Üç beş bir şey taktı herkes durumuna göre. İlk sene bocaladı biraz. Adam akıllı çalışmaya alışmamış. Mahallede çocukların yanına uğruyordu tek tük. Sonra kayınpeder bir iş buldu ona, getir götür işi. Biraz takıldı orada sonra da kargocuya geçti. Asgari artı biraz bir şeyler. Geçiniyorlar mı; eh işte ucu ucuna. Asıl mesele iki sene evvel. Kız hamile kaldı. Tayfur’un eli ayağına dolaştı. Bir yandan baba olmak istiyor, bir yandan deliler gibi korkuyor. Çocuk doğdu sağlıklı sıhhatli. Kız olsun istiyordu, kız oldu. Tutturdu adını Meryem koyacağım diye. Mahalleden çocuklar biliyorlar durumu, “yapma etme” dediler, “ayıp oğlum evlendin lan artık.” Tayfur dinlemedi, kızın adı Meryem oldu. Şimdi bir yaşını dolduracak neredeyse. Çocuktan sonra iyice evden işe, işten eve oldu Tayfur. Para da lazım artık, yetmiyor. Başlarda güzeldi baba olmak, değişikti, heyecanlıydı. Sonra sıkılmaya başladı. “Sıkıldım” demez ama. “Pek konuşası kalmadı” diyelim.
Yatakta doğrulup şarkıdan birkaç kuple mırıldanınca sesinin çatallanması azaldı. Saat erken, pazar sabahı, sessiz. Hanım içeride kahvaltı hazırlıyor, tabak çanak tıkırtısı. Ayağa kalkınca kalbi iyiden iyiye hızlandı. Eline geçen ilk tişörtü üzerine geçirdi. Kapının yanındaki metal tabaktan yirmi lira aldı:
“Geliyorum şimdi.”
Ses yok.
Caddeye kadar yürüdü. Şok market daha açılmamış. Köşedeki gazete bayiini gördü, hemen bir Fotomaç aldı. Hızla bayiden uzaklaştı. Fotomaç’ın arasındaki Tempocu’yu tek hamlede çekip aldı, gazetenin kalanını yanındaki konteynere fırlattı. Az ilerde tek başına duran bir bank var. Oturdu oraya. Sol üstten başladı Tempocu’ya. Pazar İstanbul… Sonra hemen sağ alta kaydı. 9. Koşu, 3 Yaşlı Araplar. Uzun listeyi yukarıdan aşağı tararken yedi numaranın üzerinde durdu. Onu gördü. Zaten emin değil miydi onu göreceğinden? Ama bu gerçek! O da gerçekti? Ama bu başka işte, nasıl denir, daha gerçek, gözünün önünde, uyanık üstelik. 7.GÜLDÜR YÜZÜMÜ… Bir terleme geldi Tayfur’a, sol dizi titremeye başladı. Yıllardır böyle; bir heyecanlandığında, bir de sinirlendiğinde sol dizi titrer. Ceplerini yokladı, telefonu evde bırakmış o aceleyle. Tempocu’yu koltuğunun altına sıkıştırıp eve koştu. Artık terden ıpıslak olan elleri, gazeteden bulaşan mürekkeple parmak uçlarından başlayarak kararıyordu.
Kahvaltı neredeyse hazır, ama Tayfur’un midesi koca bir taşa dönmüş şimdi. İçeriden Meryem’in sesi geliyor ama duyacak halde değil. Komodinin üzerinden telefonu kaptığı gibi balkona attı kendini. Kapıyı dışarıdan kilitledi, kuruyan temiz çamaşırların arasında bir yer buldu kendine. Tuş kilidini açamayınca elini tişörtünün üzerine sildi. Numarayı buldu, uzun uzun bekledi ki açılsın telefon.
“Alo.”
“Alo.”
“Ne?”
“Birkan.”
“Noldu hayırdır?”
“Birkan.”
“Lan ne oldu bu saate? Birine bir şey mi oldu?”
“Yok yok.”
“Ee? Bir senedir aramıyorsun bu saatte mi aklına geldik yavşak.”
“Altılıyı buldum.”
“Ne diyorsun ya kapat telefonu hadi.”
“Lan altılıyı buldum, büyük buldum.”
Birkan’ın yataktan kalkma hışırtısı, ufak bir esnemenin içine karışan meraklı bir ses:
“Ne kadar büyük?”
“Çok büyük. Tevzi.”
“Ne zaman?”
“Bugün.”
“Ya Tayfur siktir git hadi kapat telefonu.”
“Lan dur dur.”
“Ya Tayfur ne diyorsun hala ya? Çoluğun çocuğun var oğlum senin dalga mı geçiyorsun benimle hadi siktir git.”
“Birkan dur amına koyayım kapatma. Rüyamda gördüm oğlum. Gerçek gibiydi yemin ediyorum. Gibi de değil bayağı gerçekti lan. Bak kaç zaman oldu bülten almadım elime. Uyandım, gözümün önünde tamam mı… Son ayak, Güldür Yüzümü. Elimde kuponu tutuyorum, büyük rakam var. Sonra bak, gittim bülten aldım demin. Orada oğlum! Son ayakta Güldür Yüzümü, amına koyayım rüyamda gördüğüm at lan. Nasıl oldu şimdi bu? Mucize lan bu işte!”
“Yaa… Ya sen dün falan baktın mı aklında kalmıştır oradan?”
“Yok lan yok Allah belamı versin bakmadım.”
“Siktir. Emin misin?”
“Lan oğlum eminim. Bana bak, para lazım. Ben biraz sıkıntılıyım. Ne var ne yoksa artık sizde. Tamam mı?”
“Baba… Bak yanlış hatırlıyorsundur ya. Olur mu lan öyle şey?”
“Oldu işte Birkan amına koyayım oldu. Para çıkar mı sizden?”
“Yok.”
“Nasıl yok?”
“Yok oğlum çıkmaz işte.”
“Birkan. Neyse tamam çözeceğim ben. Mekana geçin geliyorum.”
Yatak odasına geri girdiğinde, Tempocu’nun hala koltuğunun altında olduğunu fark etti. Hemen bir pantolon… Gazeteyi üç dört kez katlayıp görünmeyecek bir şekilde arka cebine sıkıştırdı. Mutfağa geçti, çay kaynıyor. Hanım salonda çocuğun yanında. Cüzdanı alıp bir umut baksa içine, ama biliyor boş. Tekrar yatak odası… Çok sessiz bu sefer… Gardırobun kapağını açtı. Arkalara saklanmış beyaz tülbendi buldu, çıkardı el yordamıyla. Sarım sarım sarmalanmış. Serdi yere, kat kat açtı. Çocuğun altınları var içinde. Daha fazlaydı da son zamanlarda arttı masraflar. En büyük olanını aldı. Ufaklardan biri de yeterdi ama hesap kitap yapmanın sırası mı şimdi? Altını cebine koydu, tülbendi geri sardı. Sonra bir anlığına utandı yaptığından, yine de devam etti. “Çocuğunun rızkını yiyor” dedirtmez ama kendine, “kaz gelecek yerden tavuğu esirgemiyor” diyelim. Kapıya yürüdü:
“Çıkıyorum ben.”
“Nereye?”
“Gelirim akşam.”
“Nereye?”
“Akşam gelirim işte.”
“Annene mi?”
“Akşam gelirim.”
Kapı kapandı. Bir koşu en yakındaki otobüs durağına… 79lu hatlardan birinin gelmesini beklerken, cebinin üzerinden altınını yokluyordu.
Mahalleye girdiğinde cebi artık şişkindi. Şöyle bir baktı, yıl olmuş buraya uğramayalı, ama hiçbir şey değişmemiş. Kısa bir tur attı, emin oldu her şeyin aynı olduğuna, sonra kahveye girdi. Birkan orada, İlkay da gelmiş. Biraz sitemliler Tayfur’a, soğuklar. Eski dostluklar, aradan geçen zamanla tozlanmış biraz. Ama yine de böyle devam etsin istiyorlar hayatına. Bulaşmasın, eski defterleri kapatsın, efendi gibi çocuğuna babalık yapsın. Aslında ikisi de Tayfur’a özeniyor, Tayfur da onlara. Eski ortamını özlüyor Tayfur, arkadaşlarını. Ama birbirlerine belli etmiyorlar. “Erkekliğe bok sürdürmemek için” değil de “hepsinin yolu az çok belli olmuş artık” diyelim. Konuşacak çok şey birikmiş ama nereden başlayacaklarını bilmiyorlar. Asıl gündem yarış. Oradan başladılar. Tayfur anlattı rüyasını tüm detaylarıyla. İlkay mavi başlı, sarı gövdeli meşhur şans oyunları kalemini aldı eline, Tayfur’un söylediği numaralara göre bir şeyler karaladı yazboz kağıdına, sonra baktı yazdıklarına:
“Bu ne oğlum, gelmez bu.”
Tayfur, müneccim boku yemiş gibi kurnaz kurnaz güldü:
“Geliyor lan gördüm, gelecek.”
“Bak reis, ilk üç ayağı hayal meyal hatırlıyorum diyorsun, hadi onları kapattık diyelim. Nereye kapatıyoruz on iki at koşuyor burada, on sekiz at koşuyor burada… Neyse kapattık diyelim. Dördüncü ayak üç tek olur diyorsun. Olmaz, oranın teki belli.”
“Olur olur.”
“Hadi oldu diyelim. Beşten de emin değilsin, kalabalık geçtik. Bu son ayak yedi ne amına koyayım? Güldür Yüzümü… Böyle tek mi olur lan dalga mı geçiyorsun?”
“O kesin. Günün bombası o. Onu kesin gördüm.”
“Birkan sen duydun mu bu atı daha önce?”
“Yok valla.”
“Agf’si ne bunun?”
Birkan camı çatlamış telefonunu çıkardı, yüz liralık bonusları toplamak için üye olduğu sitelerden birine tıkladı;
“Yüzde bir. Hatta ne lan sıfır nokta kırk.”
“Hay ananı avradını. Kim biniyor buna?”
“Apranti.”
“Sıçtık o zaman. Çöp oğlu çöp.”
İlkay baktı Tayfur ısrarcı, bir orta yol bulmak niyetiyle sözlerine biraz daha yumuşak devam etti:
“Tayfur, kardeşim bu kadar eminsen son koşuya ganyan oynasana, niye altılı yapıyorsun?”
“Olmaz” dedi Tayfur, “kuponu gördüm ben, altılıydı. Aynısı olması lazım.”
“Hay Allah’ım!” Derin bir nefes aldı İlkay; “neyse dur bakalım, kuracağız bir şeyler artık.”
İlkay, Tayfur’un rüyasındaki boşlukları kendi mantığınca doldurup güzel bir kupon yaptı. İlk üç ayağa ne buldularsa yazdılar. Çok büyük sürpriz olmazsa oralar rahat. Dördüncü ayakta Tayfur’un tekine güvenemedi İlkay, Victory King’i yazdı yanına. Tüm Türkiye’nin bankosu, Victory Gallop yavrusu canavar gibi bir at. Beşinci ayakta Baba Sultan geçilmez, yanına belki Şimal Hatun, fazlasına gerek yok. Tayfur ısrar etti, birkaç sürpriz daha yazdılar oraya. Son ayak Güldür Yüzümü tek.
“Bak buradan patlar bu haberin olsun” dedi İlkay. Birkan da hak verdi ona. Tayfur’dan ses yok. Kırık camlı telefonu önüne çekti İlkay. Hesap makinesini buldu, işaret parmağıyla sert sert bastı. Sonra bir bilek hareketiyle telefonu Tayfur’a çevirip ekrandaki sayıyı gösterdi:
“Al bak. Bin tane at yazdırdın çıkan tutara bak. Var mı bu kadar paran?”
“Para var” dedi Tayfur, “orası bende.”
“Nasıl var?”
Cebindeki meblağın çeyreğini koyarak bu kuponu oynayabileceğini biliyordu, rahattı. Rahatlığın verdiği özgüvenle eli yükseltti:
“Misli gireceğim ulan hatta. Büyük vuruyoruz. Kalkın gidelim hadi.”
“Nereye?”
“Hipodroma. Gözümüzle göreceğiz kazandığımızı.”
Hava az bulutlu 25 derece. Nem %41. Kum pist normal. Çim pist normal. Çocukluktan beri birbirini tanıyan, her türlü pisliğe birlikte batan, birlikte kurtulan, birbirlerinin ciğerini en küçük köşesine kadar ezbere bilen bu üç adam, yıllar sonra tekrar, birlikte Veliefendi Hipodromu’nun turnikesinden geçtiler. İlk ayak başladı. Dördüncü ayağa kadar kafalar rahat sayılır. İlk ayak çat diye oturdu zaten, sonra da ikinci ayak. Ganyanı yüksek atlar geldi, güzel oldu: “Büyük para verecek bak” dedi Tayfur.
“Daha dur bakalım.” İlkay yayıldı oturduğu yerde, “Victory King yıkılmazsa çok vermez yine.”
Yavaş yavaş ısınıyorlardı. İki yarış arasındaki yarım saatte sigara üstüne sigara yaktılar. “Ocakta yine zam gelecekmiş” dedi Birkan.
“Tütüne geçsenize oğlum” diye akıl verdi İlkay.
Tayfur onun omzuna hafif bir yumruk çaktı;
“Lan bekle iki saate zenginiz amına koyayım.”
Güldüler. Atlar start hakemi emrine girdi, üçüncü ayak da başladı.
“Cengo ne yaptı ya, niye yok ortada” diye sordu Tayfur.
“He sen bilmiyorsun” dedi Birkan “yırttı o.”
“Nasıl yırttı?”
“Tam yırttı denmez de bu aralar vaziyeti iyi. Kız buldu bir tane. Kızın ailesi falan zengin. Onunla takılıyor.”
“Uğramıyor mu hiç?”
“Uğruyor ama seyrek, daha çok kızla beraber, kafelerde falan. Ortam olursa damlıyor bize.”
İlkay sırıttı; “Kafede latte mahallede madde şekli.”
Atlar son düzlüğe girdi, ayağa kalktılar. Kalabalık geliyor grup. Bir ve on iki önde. Geriden üç numara geliyor, kuponda o yok, sıkıntı. Daha geriden altı atağa kalktı. Son yüzde bir boy fark yaptı. Rahat geçti finişi. Kupon yürüyor.
“Amına koyayım favori geldi gördün mü? Boşuna yazdık o kadar atı” dedi İlkay.
“Siktir et, yürüsün de.”
Tayfur cebinden iki tane iki yüzlük çıkardı, iki parmağının arasında Birkan’a uzattı.
“Hadi lan, bira kap bize.”
Birkan döndü baktı ona:
“Sen nerden buldun lan parayı?”
“Boş ver.”
“Ne boş veri lan, sikim sokum işlere girmedin yine değil mi?”
“Boş ver dedik be.”
Hem üzümü yiyip hem bağcının anasını sikmeye alışkın olan İlkay için paranın kaynağı önemli değildi; “Açım ben” dedi. Aşağı indiler. Biranın yanına birer yarım ekmek köfte. Kesmedi, birer tane daha üstüne. Bir de cila… Tayfur, ekmeğin sert tarafını çiğnerken sordu:
“Pilot’tan haberiniz var mı?”
Birkan ile İlkay birbirlerine baktılar. Elindeki karton bardağı yere bıraktı Birkan:“Bayağıdır görmüyoruz. Haber de yok. Öldü diyen var, içeride diyen var, Adıyaman’a gitti diyen var.”
Birkan ağırlaştı. Pilot’la yakınlardı, severdi çocuğu, korur kollardı. İlkay devam etti:“Ben en son gördüğümde kahvede altına sıçmıştı işte. Sonra bir daha görünmedi. Yazık be. Yirmi beş yaşında adam lan… Yazık vallahi…”
“Metten.”
Bir sessizlik.
“Met sıkıntı.”
Biraz daha sessizlik. Sonra sigaralar yandı. Birkan konuyu değiştirmek istedi ama daha da bok etti ortalığı:
“Musa dayının mevzuyu biliyorsun.”
“Ne olmuş?”
“Kör oldu. Sahte rakıdan.”
“Vay amına koyayım.”
“Bir ara uğra yanına. Severdi seni, bir iki kere sordu, ‘evlendi çoluk çocuğa karıştı’ dedik.”
“Uğrarım.”
“Senin rahmetliyle çok içerlermiş eskiden.”
Tayfur’un hoşuna gitmiyordu konunun buraya gelmesi; “Öyleymiş.”
“Kabristana gidelim bir ara.”
“Gideriz.”
“Hadi” dedi İlkay. Ortamdaki havayı dağıtması gerekiyordu artık. İzmariti yere atıp ayağıyla ezdi; “başlıyor yarış.”
Altılı ganyanın dördüncü ayağı için atlar starting box’ta, bizim elemanlar tribünde yerlerini aldı. Kısa mesafe, kum pist… Victory King iyi çıktı, koşunun başlarında iki üç boy kadar fark yaptı. İlkay çok güveniyor ata. Tempo yüksek. Son viraj dönüldü, fark üç boy. Sesler yükseliyor tribünlerden. Bağırdı İlkay; “Bu at gelmezse beni sikin oğlum burada!” Otuz iki diş sırıtıyor. Ama son üç yüzde Victory King temposunu kaybetti. Santorini yapıştı onun yanına. Tayfur’un üç numarası, Manhattan Girl bariyer dibine attı kendini, yetişti onlara. Son iki yüz. Manhattan Girl öne geçti bir boy, bir buçuk boy, iki boya kadar çıkardı farkı. Geriden Victoy King tazelemeye çalışıyor ama yetmiyor. Üç numaralı Manhattan Girl iki boy farkla koşuyu kazandı.
Tribünde herkes küfür kıyamet… İlkay elindeki pet bardağı yere fırlattı. Tayfur atladı onun sırtına. Hayvan gibi kahkaha atarak bağırıyor; “Domal lan! Domal lan şuraya!” Yüzü düştü İlkay’ın; “Özcan atın anasını sikti!” Tayfur kulağına kulağına bağırıyor onun, öküz gibi böğürüyor; “Bak şimdi gör ikramiyeyi. Bak şimdi gör! Yıkıldı mı lan tekiniz! Ne dedim lan ben! Kurtuluyoruz oğlum!”
İlkay alttan aldı; “İnşallah reis.”
Tayfur kendinden geçmiş, ağzı yarım metre açık; “Kıskanma lan amına koyduğumun çocuğu. Sizi de görürüm lan kıskanmayın ibneler!”
“Ne kıskanacağım lan sikik. Senin için geldik buraya, amına koyarım.”
Tayfur ensesine bir tane patlattı onun. İlkay karşılık verdi. Üst üste bir iki samimi el şakası… Sonunda sarıldılar. “Artık hepsi Tayfur’un mübarek bir rüya gördüğüne emindi” diyemeyiz ama, “ulan hayali bile adamın içini hoş ediyor” diyelim.
Tribünde sanki büyük bir göç başladı. Devasa bir kalabalık, balık sürüsü gibi dağılıyor. Kaybedenler. Tüm umudunu Victory King’e bağlayanlar. Genç, yaşlı, zengin, fakir yüzlerce adam… Suratlar yerde. Tribünün arka tarafında, çimlerin üzerinde piknik yapan ailelerin yanından ağır ağır yürüyerek geçiyorlar. Kimi öfkeli, kimi kabullenmiş, kimi şans diyor, kimi şaibe. Aralarında konuşuyorlar. Jokeye küfredenler, ata küfredenler, buraya iki at yazacaktık da önceki ayağı tek bırakacaktık diyenler, akşam Fener maçı banko üst olurcular… Hezimete uğramış, mağlup bir ordu olarak hipodromdan çıkıyorlar ve yavaş yavaş dağılarak gerçek hayata karışıyorlar. Tribünler neredeyse tamamen boş artık. Bizim çocuklardan başka bir avuç adam… Bilmem kaçıncı kez bira almaya yolladıkları Birkan geri geldi o sırada. Zar zor tuttuğu üç pet bardaktan birini aldı İlkay. Keyifliydi, son ayağa güvenmese de yürüyen bir altılı vardı ellerinde, bir umut vardı. Belki de gelecek güzel günlerin hayaliyle döndü Tayfur’a:
“Eee” dedi. “Yeğenimiz ne yapıyor? İyi bakıyor musun lan? Bak bir yanlış yaparsan gelir sorarız hesabını.”
Güldü. Güldükçe kendini gerçek bir amca gibi hissetti, seviyordu bu hissi. Ama Tayfur başını başka tarafa çevirdi. Elini cebinin üzerinde gezdirip kalan paranın hacmini hissetmeye çalıştı. Hissedince de bir vicdan azabı girdi içine. Hayal dünyası ile gerçek hayat birbirinin içine girdi bir anlığına:
“İyi.”
“İyi ne amına koyayım?”
Sol dizi titremeye başladı Tayfur’un:
“İyi işte.”
“Bu kadar mı? Anlatsana oğlum?”
Tayfur’un içtiği bira boğazına takılmıştı sanki. Bardağı kafasına dikti:
“Gelip gördüğünüz mü var lan? Kırkına geldiniz bir kere, ondan sonra arayan soran yok. Sana ne amına koyayım. Sikinde mi senin?”
Biraz ileri gittiğinin farkına vardı ama iş işten geçmişti artık, geri vites olmaz. Tayfur’un böyle bir anda yükselmeleri meşhur, ama İlkay’a yapmazdı bunu. Durumunu biliyor. Şaka kaldırır ama iş ciddileşirse problem. “Öngörülemez bir ruh hastası” diyemeyiz İlkay için, “öfke kontrolüyle ilgili sıkıntıları var” diyelim.
“Bak orospu çocuğuna, ulan sen bizi aradın mı göt? Benim mahkemem vardı, geldin mi? Hadi onu siktir et, bu çocuk ameliyat oldu aradın mı lan bir kere?”
Konu kendisine gelince Birkan araya girmek istedi:
“Abi sakin.”
“Ne sakini, siktirtmesin belasını! Adam oldu başımıza. Biz uğraştık lan götünü toplasın diye kaç sene.”
“İyi bok yediniz.”
“Bak bak nankör pezevenge bak!”
Birkan baktı olmayacak, o da girdi artık mevzuya:
“Lan gelmediniz diyorsun da yenge bizi istemiyor ki? Yanlış mıyım abi? Boka bakar gibi baktı bize gittiğimiz gün.”
Tayfur geri vites yapmayayım derken iyice su kaçırdı mevzuya:
“İyi yapmış. Neyinize bakacak lan sizin? Amına koyduğumun müptezelleri!”
İlkay ayağa fırladı birden:
“Lan diyene bak! Şerefsiz! Diyene bak! Amına koyduğumun torbacısı!”
Tayfur daha da yükseldi. Aslında kendine küfrediyordu ama ne kendi farkındaydı bunun ne de İlkay.
“Sen nesin lan? Bir sik mi oldun? Elin bir iş tutuyor mu? Boş boş geziyorsunuz hala orospu çocukları!”
“Ulan var ya… Ulan var ya Birkan, o gün bunu bıraksaydık da geberseydi ibne!”“Bıraksaydınız amına koyayım. Şimdi yaşıyoruz sanki.”
“Lan sen nasıl nankör bir orospu çocuğusun be! Ailen var lan senin. Baba oldun amına koyayım. Bir şükret lan haline.”
Birkan yeni bir hamle yaptı ortalığı yatıştırmak için, sesi sakindi:
“Tayfur, birader sen bizi beğenmiyor musun ya? Beğenmiyorsan var ya dibine kadar hakkın. Bizi beğenenin aklını sikeyim zaten. Ama vaziyet bu lan işte.”
Tansiyon azalır gibi oldu biraz. Birkan devam etti. Sanki bütün bunları söylemek için Tayfur’un dönmesini beklemişti:
“Çocukken abilere falan özeniyorduk hep biliyorsun, başka bir şey mi görmüşüz? Sonra al işte Pilot da bana özendi. Kaç kere söyledim, ne yapacaksın ki başka, malzeme bu. Bu yani… Şimdi gelip bu adama diyorsun ki elin iş tutmuyor. İşe girerken sabıka kaydı istiyorlar amına koyayım nasıl tutsun? Hadi sil lan, oluyor mu öyle? Bu herifler hırsız, bu herifler müptezel, bu herifler kendini kesiyor, bu herifler ana avrat küfür ediyor… Ulan bunu söyleyen adamların cebine ayda elli yüz bin para giriyor amına koyayım. Ondan sonra orospu çocukları deyince küfür ettin oluyor. Ediyorum lan. Benim cebime girsin o para ben de küfür etmeyeyim. Ulan ne kolay be. Sen her yeri tut, köşeleri kapat, ondan sonra bunlar it kopuk. Ama bekle sen, hepsini keseceğim amına koyayım. Geceleri rahat uyku uyuyamayacaklar. Bu dünya böyle baba, bu dünyanın adaletini sikeyim. Hem anamızı sikiyorlar hem de efendi olun diyorlar, anladın mı? Yani diyeceğim… Tayfur, kardeşim, senin cebine o kadar para giriyor mu aylık? Yok. Bir yerde malın mülkün bir şeyin var mı? Yok. Sen bu taraftasın birader. Bu herife bağırmayacaksın tamam mı? Gücün yetiyorsa git onlara bağır. Yoksa da susun oturun amına koyduğumun yerinde.”
Birkan duygusal adam, kolay ifade edemez kendini, ama etti mi de hepsinin içinde bir yere dokunur. Oturdular, sakinleştiler. Beşinci ayakta yarışacak atlar aheste aheste önlerinden geçip starta doğru ilerledi. Birkan ve İlkay inanıyordu, ceplerinde para olsa, adam akıllı bir işleri güçleri, aileleri olsa düze çıkarlardı. Tayfur, belki de biraz ilerisini gördüğünden dolayı emin değildi. Bu başka bir şeydi ona göre, doğuştan gelen bir lanet. Artık gözleriyle görmek istiyordu bunu, emin olmak. İşte o zaman rahatlayacaktı, üzerinden bir yük kalkacaktı. Sesi iyice kısıldı:“Beni işten attılar” dedi.
İlkay’ın gözleri büyüdü:
“Nasıl lan?”
“Müdürle kapıştık.”
“Vay amına koyduğumun müdürü.”
Biraz daha sessizlik… Atlar yerlerine girerken Tayfur anlatmaya başladı:
“Teslimata çıktık. Bir daire vardı, yedi numara. Ne apartmanıydı, dur bakayım… Neyse unuttum adını. Bunların bir paketi var… Kapıyı çaldım, açan yok. Bir iki kere daha çaldım, yine yok. Sonra kağıt bıraktık işte, geldik bulamadık falan filan diye sikik bir kağıt asıyoruz kapıya. Ertesi gün müdür çağırdı beni. Şikayet varmış. Kayıttan bakmışlar saate falan, banaymış şikayet. ‘Sen miydin?’ dedi. ‘Bendim’ dedim. ‘Evdelermiş, zili çalmamışsın’ dedi. ‘Çaldım’ dedim, ‘iki üç kere çaldım hatta.’ ‘Yok’ dedi, ‘öyle demiyorlar.’ Demiyorlarsa demiyorlar amına koyayım, ben biliyorum zili çaldığımı. ‘Çaldım’ diyorum, ‘yok’ diyor. ‘Niye’ dedim ya, ‘niye bana inanmıyorsun?’ Yemin ediyorum o güne kadar bir tek vukuatım olmamış. İşimde gücümdeyim, gıkımı çıkarmadan hayvan gibi çalışıyorum. Bir kere daha sordum, bak adam gibi sordum. Cevap yok. ‘Yalancı mı diyorsun bana?’ dedim. Cevap yok. Ama ben biliyorum niye inanmadığını, ben biliyorum. İlk girdiğim günden beri bana bir garip bakıyor yavşak. Şikayet edenler de taşaklı heriflermiş zaten. Cevap vermeyince bağırmaya başladım, bu da bana bağırıyor. Hem bağırıyor, hem de götüm götüm geri kaçıyor masanın arkasına. Çok tuttum kendimi de en son kafam attı artık. Bir tane indirdim buna, ağzı gözü patladı. Sonra tuttular beni. Kurtuldum ellerinden, yerden bir koli aldım fırlattım cama, cam da patladı. Sonra bir daha tuttular dört beş kişi, dışarı attılar.”
İlkay elini sırtına attı, bir süre ne diyeceğini düşündü. Sonra; “vay orospu çocukları” dedi. “Bekle lan! Şu kupon gelsin, o yavşak müdürü de satın alacağız!”
Bir anda gelen başlama sesiyle birlikte ayağa fırladılar, koştular öne doğru. Bu artık bir hayat memat meselesi onlar için. Şerefsiz müdüre bağırır gibi bağırıyorlar atlara; “koş lan! Koş! Hadi lan! Koooş! Kooş amına koyduğumun koooş!”
Toplu çıkış, kalabalık grup… Şimal Hatun bir boy kadar önde, onun gerisinde Niyaz Baba, sağrısında Cenkbeyi, onun yarım boy gerisinde Baba Sultan şeklinde atlar son dört yüz metreyi geçti. Şimdi dış kulvardan Cenkbeyi doldurdu, liderliği aldı yarım boy da fark yaptı. Cenkbeyi kuponda yok. Bikran başladı parmaklarını kemirmeye. Son üç yüzde koşunun lideri Cenkbeyi. Bariyer dibinden sekiz numaralı Manyetik atağa kalktı, yetişti Cenkbeyi’ne. Son iki yüzde temposunu artırdı bir boy fark yaptı. Manyetik var kuponda. Hem de sürpriz at. Son yüzde bir boy önde Manyetik. Cenkbeyi’nin atakları var, daha geriden Niyaz Baba ve Şimal Hatun da geliyor. Bizimkiler hep bir ağızdan bağırıyor: “Dayaaaan! Dayan laaan! Dayan sekiiiiz!” Son elli metre, sekiz numaralı Manyetik önde. Cenkbeyi tazeledi. Manyetik önde. Cenkbeyi geliyor. Manyetik önde. Cenkbeyi geliyor! Cenkbeyi geliyor ve iki at birlikte geçiyorlar aynayı!
Nefes nefese büyük ekranın önüne koştular. Bekliyorlar. Çıt çıkmıyor. Birkan parmaklarını yiyerek paramparça etmiş. İlkay sakalını tel tel yoluyor. Kimse bir şey söylemiyor. Gözler tek bir yere sabit. Zaman akmıyor, donmuş her yer. Sonunda fotoğraf düştü ekrana. Baş farkı… Yarışı kazanan; sekiz numaralı Manyetik!
Tayfur kıpırdayamadı, ekrana kilitli kaldı. İlkay onun üzerine atladı, devirdi. Birkan, ikisinin de üzerine… Bağırıyorlar. Anlamsız böğürtüler sadece. Herkes onlara bakıyor. Bu tribünlerde küfür edilir, kavga edilir, ufak ufak sevinilir de hatta. Ama bu görülmemiş bir şey.
“Geliyor oğlum, geliyor lan” diye haykırdı İlkay, “anasını sikeceğiz o müdürün!” Son bir yarış. Son yarım saat. Belki en zoru ama Tayfur güveniyor ata. Rüya devam ediyor. Padoka gidip atların çıkmasını beklediler. Gerim gerim geriliyor hepsi. Birkan sessizliği bozdu, başladı hayallerini anlatmaya. “İki ev alacağım” dedi. “Birinde otururum, birini kiraya veririm.” İlkay küçük bir tekne istiyor, balığa çıkacak; “Huzur be reis… Kimseyle uğraşmayacaksın, insan evladı yok etrafında. Tertemiz. Cigaramızı da sararız… Değil mi lan?” Dirseğiyle dürttü Tayfur’u. Tayfur dalgın, duymuyor bile onları. Atlar sırayla çıkmaya başladı. Kimi diri, kimi süklüm püklüm, kimi terli… Daireler çiziyorlar padokta. Sonra o geldi… Güldür Yüzümü… Ganyanı uçmuş atın. Değil birinci gelmesi, tabelaya girmesi bile otoritelere göre mucize. Ama akıl uçup gitmiş artık bizimkilerden. Kafalar da hafif güzel olmuş. İlkay bile tutuyor atı artık. Yaklaştı Birkan’ın kulağına;
“Bu at gelmezse beni sikin oğlum burada!”
Padokta bir tam tur attı Güldür Yüzümü. Tayfur, yalvaran gözlerle bakıyor ata. At da ona bakıyor sanki. Kimsenin duyamadığı bir dilde konuşuyorlar. Sonra piste çıktılar teker teker. Bizimkiler de yürüdüler tribüne doğru.
“Bizim üst kat satılık” dedi İlkay Birkan’a, “orayı alırsın.”
“Siktir git lan o mahallede oturur muyum ben zengin olunca. Beşiktaş’tan alacağım evi.”
“Bak ibneye. Beşiktaş’ta evler kaç para haberin var mı lan senin?”
Tam finiş çizgisinin orada durdular, yapıştılar demirlere. Uzakta, start yerlerine sokulan atları izliyorlar. Güldür Yüzümü huysuz. İlk denemede girmedi, gözünü bağlayıp soktular içeri. At yerini alınca Tayfur rahatladı biraz, Birkan’a döndü. Sanki sabahtan beri midesini ekşiten bir şeyi tükürmek istiyordu artık:
“Meryem ne yapıyor?”
Ses yok. İkisi de birbirine baktı. Korkuyorlar bir şey demeye. Önce İlkay topladı cesaretini:
“Kardeşim bunları konuştuk ama seninle. Yani bu saaten sonra artık… Anlıyor musun? Ayıp bak yengeye de ayıp. Bu adamlık değil yani. Delikanlılık değil bu. Yanlış mıyım?”
“Doğrusun.” Eğdi başını Tayfur.
Tam mevzu kapanmışken Birkan söylememesi gereken bir şey söyledi:
“Ben geçen gördüm” dedi. “Arabayla evine bıraktılar.”
İlkay sus işareti yaptı ona çaktırmadan ama laf ağızdan çıkmış artık. Yine de pek oralı olmadı Tayfur. Atlara baktı uzun uzun.
“Hayırlısı olsun” dedi.
“Tayfur için mesele sonsuza kadar kapanmıştı” diyebilir miyiz? Kimse bilmiyor bunu. Bir büyük karanlık orası…
Atlar start hakemi emrine girdi. Beyaz bayrak kalktı ve günün son koşusu başladı. İlk metrelerde bir numaralı Ferah Oğlum liderliği aldı, bir boy gerisinde dört numaralı Babakır ikincilikte, onun yarım boy gerisinde dokuz numaralı Cansiperane, onun sağrısında on dört numaralı Yeni Fırtına, yarım boy dışında üç numaralı Merzifonlu, iki boy gerisinde yedi numaralı Güldür Yüzümü, onun da bir boy gerisinde on bir numaralı Tunç Aslan sırasıyla atlar bin dört yüz metre start yerini geçti. Bir numaralı Ferah Oğlum koşunun lideri, farkı da üç boya kadar çıkardı. Beş numaralı Babakır ikinci. Dıştan on dört numaralı Yeni Fırtına üçüncülüğe geldi, bir boy gerisinde dokuz numaralı Cansiperane, yarım boy gerisinde içeride Güldür Yüzümü, dışında Merzifonlu, daha geride on bir numaralı Tunç Aslan…
“Bak bak bak güzel tempo, güzel tempo, gir içeri, içeri gir!” Bağırıyor İlkay. Üçünün de gözler fal taşı. Ağızlar kuru, kalpler yerinden çıkacak. Son bin metre geçilirken bir numaralı Ferah Oğlum farkı beş boya çıkardı. Beş numaralı Babakır ikinci, on dört numaralı Yeni Fırtına üçüncü. Bir boy gerilerinde dördüncülükte Merzifonlu, içinde dokuz numaralı Cansiperane, onun sağrısında yedi numaralı Güldür Yüzümü, iki boy gerilerinde on bir numaralı Tunç Aslan dışında on iki numaralı İlteriş Bey. Son sekiz yüz metre…
Tayfur hariç hepsi bağırıyor şimdi. Tayfur’un boğazı düğümlü… Parmaklıkları öyle bir sıkıyor ki yamultacak neredeyse. Birkan, ellerinden sonra alt dudağını da kanatacak. İlkay kıpkırmızı olmuş, kocaman yamuk dişleri ağzından fırlayacak sanki. Bağırıyor:
“Yürü bee! Yürüüü! Hadi laaaan! Hadi lan Güldür Yüzümü!”
Viraj dönüldü. Son düzlük! Bir numaralı Ferah Oğlum temposunu kaybetti. Koşunun yeni lideri beş numaralı Babakır. Bariyer dibinden on dört numaralı Yeni Fırtına atak yapıyor. On bir numaralı Tunç Aslan’ın da atakları var. Daha geride üç numaralı Merzifonlu ve dışında yedi numaralı Güldür Yüzümü!
“Yürü beee! Yürü laaaan! Hadi be Güldür Yüzümü bee!”
Son üç yüz metre. Beş numaralı Babakır önde, yarım boy gerisinde on dört numaralı Yeni Fırtına ve Tunç Aslan. Üç numaralı Merzifonlu atak yapıyor şimdi. Rakiplerini geçti, hemen dışından da yedi numaralı Güldür Yüzümü geliyor.
“Geliyor, geliyor amına koyayım geliyor lan! Hadi lan Güldür Yüzümü hadi lan!”
Son iki yüz… Merzifonlu önde. Dışında Güldür Yüzümü! Koptular artık gruptan. Güldür Yüzümü yetişti Merzifonlu’ya. İçeride Merzifonlu önde, dışarıda Güldür Yüzümü mücadeleyi bırakmıyor. İçeride Merzifonlu lider, dışından Güldür yüzümü saldırıyor! Son yüz! İçeride Merzifonlu, dışında Güldür Yüzümü! İçeride Merzifonlu, dışından Güldür Yüzümü geliyor! İçeride Merzifonlu, dışından Güldür Yüzümü geliyor! İki at, tek at gibi! Son elli! Güldür Yüzümü geliyor! Güldür Yüzümü geliyor! Çabalıyor! Dışarıdan Güldür Yüzümü geliyor! Geliyor… Ama işte… Ama işte ah… Yirmi metre kala… Sağ ön ayağı hayvanın… Yan basıyor. Önce boynu eğiliyor öne doğru, derken toparlamaya çalışıyor. Sonra biraz daha eğiliyor. Ayakları bükülüyor. Yere yaklaşıyor iyice. Son bir hamle yapıyor öne. Devriliyor. Jokeyi uçuyor üzerinden, çakılıyor bariyerlere. Diğer atlar geçip gidiyor yanından. Sonra ayağa kalkıyor Güldür Yüzümü. Seke seke geçiyor bitiş çizgisinden.
Tayfur ne kadar kaldı orada, daha ne kadar sarıldı parmaklıklara bilen yok. Önce yerde yatan jokeyi izledi. Ambulanstan inen adamlar sedyeyle götürdü onu. Boşluğa bakmaya başladı sonra. Birkan ağladı ağlayacak. İlkay körük gibi soluyor. Belki on yıl kaldılar orada. Herkes gitti. En son İlkay dayanamadı artık, omuzuna dokundu Tayfur’un; “hadi” dedi. “Gel gidelim kardeşim.”
Tayfur bırakmadı parmaklıkları. Bir anda gülmeye başladı. Delirmiş gibi gülüyor. O baktığı boşlukta ne var bu kadar gülecek? Demek ki görüyor bir şeyler. Görüyor. Daha önce hiç gülmemiş gibi gülüyor. Keyif mi alıyor bundan? Acı mı çekiyor? Bilmiyor kimse. Elleri hala parmaklıklarda… Artık Tayfur için “gözleriyle gördü” diyebilir miyiz? “Bu hayatın doğuştan gelen bir lanet olduğuna emin oldu…” Belki… Ama belki de şöyle demek daha doğru olur:
“Tayfur o günden sonra, gördüğü hiçbir rüyaya inanmadı.”