En kötü haberler ve en iyi haberler hep en beklenmedik zamanlarda gelir. Biz bu haberi bekliyorduk. Ama o gün ve özellikle de o saatte değil.

Erkan’ın evine gitmiştim o gece, eski bir arkadaşım. Öyle ayda yılda bir görüşürüz. Güzel bir terası var, geniş bir teras. Samandağlı bir çocuktan rakı alıyor. Ev yapımı. Ezik büzük litrelik bir pet şişenin içinde geliyor. İğrenç bir şey. Limon kolonyası gibi kokuyor. Tadı da öyle. Yıllardır içiyor aynı saçmalığı. Şu ana kadar kör olmadı.

Bir kızla tanışmış. Bir sürü şey anlattı. Efendim işte görüşmüşler de sonra başka biri varmış da sonra bu şunu demiş de kız da bunu demiş de bu da ağlayacak gibi olmuş da ama tutmuş kendini de… Dinledim hepsini. Anladım da. Ama her zamanki gibi onun istediği duygusal tepkileri veremedim. Erkan’ın biraz hevesi kaçar gibi oldu. Halbuki beni tanıyor. Benim böyle bir sorunum var. Yani insanlar sorun olarak görüyor. Duygularımı yansıtamıyorum. Benden beklenen tepkileri veremiyorum. Hatta annem anlatır hep, doğduktan sonra üç kere popoma tokat atmışlar ağlayayım diye. Ondan sonra da bebekken, çocukken falan neredeyse hiç ağlamamışım. Gülmemişim de. Üzülmediğimden, sevinmediğimden değil. Benim tabiatım bu.

Samandağlı çocuğun getirdiği saçmalıktan bir tane kiloluk bitirdik. İkincisini açtık. Bir noktadan sonra tadı güzel gelir diye düşündüm, gelmedi. Hâlâ aynı acılıkta kolonya bozması şey. Ama etki olarak normal bir rakıdan hiç farkı yok. Biz içtikçe zaman hızlanmaya başladı. Sohbet, muhabbet, anılar derken yavaş yavaş hava aydınlanır gibi oldu. Güneş doğmak üzereyken “artık yatalım” dedim. Bunun rezil bir eşofman altı var. Yırtık pırtık bir şey. Her geldiğimde onu verir bana. Bedeni de küçük, bacağımdan zor giriyor. Zaten yer ayağımın altından kayıyor, bir yandan da o saçma şeyi bacağımdan geçirmeye çalışıyorum. Tam o sırada telefon çaldı. Sabahın o saatinde. Karanlıkta sese doğru ilerledim, bir ayağım aptal eşofmanın içinde. Annem arıyor. Beklenen an. Bu saatte iyi bir şey için aranmaz. Telefonu açtım. Çok kısa bir sessizlik, ardından ağlamaklı ama net, tek bir cümle;

“Cenk, baban öldü.”

Bir süre duvara baktım. Sonra bir anda ayıldım. Böyle saniyelik bir şey. Sanki damarlarımdaki alkol bir anda buharlaştı. Erkan’a söyledim. Erkan benim gibi değil, duygularını ifade edebilen biri. Ama beklemediğim kadar soğukkanlı davrandı. İçeri gitti, biraz sonra elinde bir fincan kahveyle geri geldi.
“Gerek yok ayıldım” dedim.
Ben, Erkan ve kahve birlikte oturduk. Yarım saat kadar yerde kıvrılmış duran eşofmanın sökük paçasına baktım. “Kalk” dedi Erkan yarım saatin sonunda, “gidelim hadi.”
“Ben hallederim” dedim.
“Halledersin kardeşim, ben halledemezsin demiyorum. Ama yani gerek yok senin halletmene. Beraber halledelim.”
“Yok” dedim. “Erkan vallahi gerek yok kardeşim. Etraf karışıktır şimdi. Sen bana bir taksi çağır, ben sana haber veririm, öğlene doğru gelirsin.”
İtiraz etmedi. Çok net konuştum herhalde. Kapıdaki taksiye bindim.

En son geçen hafta uğramıştım annemlere. İçeri girdim. Beklediğimden daha kasvetli bir ortam vardı. Kapıda hızlıca çıkarılmış ayakkabılar… Sude gelmiş, kardeşim. Karşı komşu Müjgan Teyze gelmiş. Müjgan Teyze’nin kızı Figen de yakınlardaymış, o da gelmiş. Salona geçtim. Annem koltukta oturuyor. Sessiz sessiz ağlıyor. Figen de kolonyayla bileklerini ovuyor. Oldukça dramatik bir an. Yaklaştım anneme, “babam nerede” dedim. Bir anda bağırarak ağlamaya başladı. Yanlış bir soruydu, haklı kadıncağız. Uzun koridorun sonundaki odadan Sude çıktı. Kapının aralığından odaya baktım. Cenazenin üzerini çarşafla örtmüşler tamamen. Sude bir anda boynuma sarıldı. Pek sık yaptığımız bir şey değildi sarılmak. Ağlıyordu. Sonra bir anda durdu
“İçki mi içtin sen?”
“Yoo” dedim, “kolonya.”
Pek sorgulamadan kabul etti.
“İçeri gir, bak.”
“Tamam” dedim. Kapıya kadar gittim ama içeri girmedim. Kapı önünde biraz oyalanıp salona geri döndüm. 

Annemin ağlaması durmuştu. “Cenaze işleri” dedi, büyük bir ciddiyetle. “Ara!
Aradım. Doktor gelecekmiş. Evet ilginç bir prosedür. Ölü doktoru. Tedavi eden tarzda değil, beyan eden tarzda bir doktor. Geldi, odaya girdi, çıktı; “evet” dedi; “başınız sağolsun, ölüm belgesini WhatsApp’tan yollarım.”

Tekrar salona geçtim. Komşulardan gelenler oldu. Bir ara Müjgan Teyze yanıma geldi, “oğlum” dedi. “Tutma kendini, ağla.” Normal bir zamanda durumumu açıklamaya çalışırdım ama hiç uğraşmadım. “Tamam teyze teşekkür ederim” dedim. Yerine oturdu. Bir süre uzaktan uzaktan ağlayıp ağlamadığımı kontrol etti. Aldırmadım. Müjgan’ı memnun etmekten daha önemli işlerim vardı, cenaze arabasına ulaşmak gibi. Bir iki yere telefon, formaliteleri, başınız sağolsunları geç, şoförün numarasını buldum.

“Alo. Abi selamlar. Bizim cenazemiz vardı da. Siz alacakmışsınız.”
“Evet.”
“He tamam. Buradayız biz bekliyoruz.”
“Cenaze nasıl?”
Ne demek nasıl? İyi abicim cenaze, sağlığına duacı. 
“Nasıl, nasıl abi?”
“Cenaze nasıl yani… Yani işte erkek mi, kadın mı? Boy kilo falan?”
Anladım tamam. Mesleki bir soru soruyor adam. Sakin olmalıyım, bugün böyle sorularla geçecek belli ki.
“Abi erkek… Yaşı yetmiş altı oldu en son değil mi? Evet, yetmiş altı yaşında abi. Boyu var biraz. Ama kilo şey… Son zamanlarda epey bir zayıfladı. Hastalıktan… Yani eskiden iri, kalıplı bir adamdı da… İşte en son… Bir deri bir kemik kaldı adam.
Detaylarla kesinlikle ilgilenmedi. 
“Anladım tamam. Şey… Erkek var mı orada?”
Ne alaka abi şimdi? Neden yani? Şöyle bir etrafıma baktım. Gerçekten de evde benim dışımdaki herkes kadındı.
“Yok abi. Sadece benim”
“Hmm… Başka erkek yok diyorsun yani…”
“Yok.”
“Ya komşulara falan sorun da başka erkek varsa…”
“Ne için lazım abi?”
“Cenaze taşınacak ya aşağı. Erkek lazım. En az dört tane falan varsa iyi olur. Biz on beş dakikaya falan geliriz.”
“Tamam… Abi tamam ben bir sordurayım.”
Nereye sorduracağım, amele pazarı mı var aşağıda? Apartmanda herkes yaşlı. Erkan’ı arasam? Onun da gelmesi en az bir saat. Yok abi. Tek erkek benim.

Gerçekten de tam on beş dakika sonra geldiler. Karşılamak için aşağı indim. Şoförün yanında üç adam vardı. İndiler arabadan.
“Sen erkek yok deyince, ben bizimkilerden işi olmayanları topladım.”
Eyvallah abi teşekkür ederim. Yani ince bir “sen adam değilsin” vurgusu mu var burada onu da pek anlayamadım ama. En azından öyle ya da böyle yeterli erkek sayısına ulaşılmıştı. 

Boş bir tabut ve dört adamla birlikte yukarı çıktık. Adamlar odaya girdiler. Ben yine kapıda bekledim. İçerden sesler geliyordu, “lan tutsana… hop… oğlum şurdan indir… tamam devir şöyle devir devir devir… tamam kapat al şimdi…” Tabutla beraber odadan çıktılar. Elime bir çarşaf tutuşturdular top halinde. Neydi bu? Babamın üzerine örttüğümüz çarşafmış. Uzun koridordan ve dar kapılardan geçti tabut. Çaprazlamasına dikilerek asansöre sığdı. Aşağı indi. Cenaze arabasına yüklendi. Arkama bir baktım, evdeki bütün kadınlar sıralanmış. Müjgan Teyze hala yan yan bakıyor bana ağladım mı diye. Şimdi sırada ne var? Şoför arabaya atladı, getirdiği adamlar da içeri doluştu. Şoförün yanına gittim, camı yarım indirdi, kafasını sarkıttı bana doğru;
“Konum var mı?”
“Nasıl abi?”
“Sende konum var mı?”
“Sizde yok mu?”
“Bizde var, sende var mı?”
“Var.”
“Araç var mı?”
“Var.”
“Konum da var, araç da var?”
“Var.”
“Tamam. Şimdi bu arkadaşlar gelince dolduk biz. Sıkışmayalım. Sen bizi takip et. Ya da şey yap, takip etme, konuma git direkt.”
“Tamam abi.”
“Sıkışırız ama istiyorsan?”
“Yok abi.”
“Sıkışabiliriz yani.”
“Sıkışmayın.”
“Hayır araç yoksa…”
“Var abi araç.”
“Sıkışılabilir yani çok problem değil bizim için.”
“Abi yok tamam ilerle!”

Sesim biraz yükselince kadınların gözleri bana döndü. Hemen sakinleştim. Bana hep öyle olur, hemen sakinleşirim. Cenaze aracı lüzumsuz bir hızla ilerlemeye başladı. Sude’nin arabası kapıdaydı. Anahtarı istedim. Geldi. Bir elinde anahtar, diğer elinde çok küçük bir pet şişe, ezik büyük bir şey.
“Ne bu?”
“Annem verdi, içirecekmişsin.”
“Ne?”
“Zemzem işte abi. Hacdan gelmiş. Bunu içirecekmişsin.”
“Kime?”
“Babama.”
Doğru mu duyuyorum? Delirdi mi bu insanlar? Toplu bir şok halinde miyiz şu anda? Sude bana baktı biraz, sonra durumu açıkladı;
“Babamı yıkarlarken ağzına dökecekmişsin.”
“Nasıl olacak o?”
“Cenk ne bileyim abi? Öyle dediler işte. Ben cenaze mi yıkadım hayatımda nerden bilebilirim?”
Ulan ben yıkadım mı sanki?
“Abi yani en azından bugün biraz destek ol ailene ya. Biraz yardımcı ol lütfen abi yani.”
“Tamam.”

Hiç lafı uzatmadım. Tamam. Dediğiniz her şeyi yapacağım. Anlıyordum neler olup bittiğini. Bugün, o gündü. Yıllardır kaçtığım, bu gerginliklerle ve çatışmalarla dolu organizasyonun beni paçamdan yakaladığı gün. Erkan’ın boktan eşofmanı gibi ayak bileğimi kapmışlardı. Bu aslında benim cenazemdi. Ailenin en büyük erkeği. Ailenin en büyük “yaşayan” erkeği. Sahne senin cenaze sahibi, oyna bakalım.

Cenaze sahipleri için ayrılan bir park yeri vardı Karacaahmet’te. Evet, o benim. Arabayı oraya koydum. İçeri girdim. Her şey çok kolay ilerledi. Telefondan ölüm belgesini gösterdim. Annemin istediği camiyi ayarladım. Öğle vakti. Ümraniye taraflarında yeni yapılan mezar yeri varmış. Orada yer ayarladılar. Her şey hazırdı. En son “siz dışarıda bekleyin” dediler. “Yıkama için çağırılacaksınız.”

Büfeden bir soda aldım. Başım çatlıyor. Diğer cenaze sahipleriyle beraber oturdum. Annemi aradım haber verdim. Tanıdıklar evde toplanmış. Buraya gelmek isteyenler olmuş ama annem “Cenk hallediyor siz eve gelin” demiş. Evet, bir şekilde kendi kendine halloluyordu işler. Telefonda reels kaydırmaca, ara sıra baş sağlığına arayanlar derken bizim sıramız geldi. 

Bir tane adam, hoca galiba, bilmiyorum tam sıfatını. Bizimle o ilgilenecekmiş. Klasik yeşil örtülü tabutlardan birini gösterdi. Bizim cenazemiz oymuş. Bir şeyler anlatmaya başladı. Hocam inanın hiç uyumadım, sadece adrenalinle ayakta duruyorum o yüzden sizi pek anlamıyorum. “Girmek istiyor musunuz” dedi en son.
“Efendim?”
“Yıkamaya girmek istiyor musunuz?”
“Girmem lazım mı?”
“Yani… Bize lazım değil. Ama aileler genelde girmek istiyor.”
“Valla… Siz halledebiliyorsanız… Öyle yapsak daha iyi.”
“Tabii tabii olur. Bekleyin burada.”

Tekerlekli araba üstündeki cenazemiz ağır ağır gasilhaneye doğru yol aldı. Ya şu zemzem işi vardı onu ne yapacağız? Söylesem mi adamlara ağzına dökün diye? Saçma bir şey mi istemiş olurum acaba? Neyse. Bir ağacın dibine oturdum. Sonra elimdeki küçük pet şişeyi açıp zemzemi toprağa döktüm. Gideceği yere gitmiştir inşallah. Sonuçta toprak aynı toprak. Sanki hissetmiş gibi annem aradı tam da o sırada.
“Efendim anne.”
“Ne oldu?”
“Bir şey yok. Şey… Yıkamada şimdi.”
“Sen?”
“Bekliyorum.”
“Cenk girmedin mi oğlum babanı yıkamaya?”
“Yok.”
“Yani oğlum… Yani Cenk… Off… Niye girmiyorsun oğlum ya?”
“Anne ne bileyim onlar hallediyormuş işte.”
“Yani bir tane yapman gereken şey vardı Cenk ya!”
Arkadan sesler geliyordu, “ne olmuş…yıkamaya girmemiş…aaaa ne diyorsun…”
Annemi o trafikten koparmaya çalıştım;
“Alo anne. Tamam bir şey yok buradayım ben.”
“Cenk. Bak şey geliyormuş oraya. Furkan geliyormuş. Sakın cenazenin başından ayrılma tamam mı? Gelirken de evin önünden geçin helallik alınacak burada. Sonra camiye geçilecek.”
“Tamam.”

Bu Furkan da tam bir salak. Teyzemin oğlu. On altı yaşında. Ev genci diye yeni bir şey türedi ya. Tam ondan. Okula gidiyor ama bomboş. Dersler rezalet. Sadece odasında bilgisayar oynuyor beyinsiz. Bizim cenaze yıkamadan çıktı. Tabut yine aynı tekerlekli arabanın üzerinde. Klimalı, geniş bir yere aldılar, bir sürü başka cenazeyle birlikte. Her tabutun başında birileri bekliyor. O sırada geldi bu Furkan salağı. Bayılmak üzereyim. Klima da çarptı biraz. “Oğlum” dedim, “sen burada cenazenin başında bekleyeceksin tamam mı?” “Tamam abi” dedi. Elinde telefon var zaten. Bir şey olmaz. Bir iki saat duracak alt tarafı. Normal hayatından bir farkı yok.

Hemen arabaya atlayıp eve geçtim. En azından yarım saat uyusam toparlarım. Yoksa gerçekten  bir yerde bayılıp kalacağım. Deli gibi ağzım kuruyor. Apartmanın girişinde Fahrettin enişteyle karşılaştım. Duvara yaslanmış sigara içiyor tek başına.
“Cenk başın sağolsun oğlum.”
“Sağ ol enişte.”
“Cenazenin başında değil misin?”
Ulan görüyorsun değilim işte. Aynı anda hem burada hem cenazenin başında olabilir miyim hıyar?
“Yok enişte değilim. Bizim Furkan orada.”
“Hee… Ya Cenk… Oğlum çok kafana takma. Kurtuldu adam.”
Gerizekalı, sen mi karar veriyorsun buna. Sakin ol oğlum tamam. Otuz yıldır uğraşıyorsun bu salaklarla, bir gün daha uğraş. Yani çok da uğraşmadın aslında bakarsan, hep sıvışmanın bir yolunu buldun. Neyse, bugün uğraş işte. Aynen enişte. Öyle oldu kodumun eniştesi. 

Yukarı çıktım. On beş dakika bile yeter, şöyle bir gözlerimi kapatsam. Ev iyice kalabalıklaşmıştı. Akrabalar sarmış her tarafı. Yıllardır görmediğim insanlar bir anda şapır şupur öpmeye başladı beni. Feryat figan ağlayan bir kadın vardı salondaki koltuklardan birinde. Kadını tanımıyorum. Babam bile tanımıyor olabilir yani o kadar yabancı bir kadın. Ama yırtına yırtına ağlıyor. İnsanlar bırakmış her şeyi kadını teselli ediyorlar. Kimsin sen abla?
Omuzuma bir kol değdi. Döndüm. Annem.
“Cenk ne işin var burada?”
“Anne bir on dakika uzansam şu içeride?”
“Ne diyorsun ya? Niye cenazenin başında değilsin sen?”
“Furkan duruyor.”
“Ne Furkan’ı ya! Cenk saçmalama git çabuk!”
“Anne vallahi bayılacağım ya beş dakika uyusam yeter.”
Birden ağlamaya başladı. Hızlı hızlı içerdeki odaya gitti, onu görenler de peşinden. Sude ve Müjgan Teyze sert bir bakış attılar bana. Utanç verici bir bakış. Gitmem lazımdı. Görev yerimi terk etmem büyük bir krize dönüşüyordu.

Karacaahmet’e geri döndüğümde gerizekalıyı büfede otururken gördüm. Elinde yine telefon.
“Furkan oğlum ben sana cenazenin başından ayrılma demedim mi?”
“Abi orada oturacak yer yoktu yoruldum.”
Öldüreceğim bu çocuğu. Neyse sakin ol. Az kaldı. Biraz volta bahçede. Biraz da arayanları sessize alma. İki tane soda. Saatimiz geldi.

Bu sefer yeni bir cenaze arabası… Bir de hoca var yanımda. Furkan salağı arkada oturuyor. Telefona bakıyor, şaşırmadık. Evin önüne geldik. İndik. Kısa bir dua okundu, helallik alındı. Camiye geçtik. Musalla taşının üzerine cenazeyi ağır ağır indirdik. Kalabalık toplanmaya başladı. Annem bu sefer çok netti. “Asla cenazenin başından ayrılmıyorsun!” Tamam. Durdum öyle. Sırayla insanlar geldiler. Öpüştük. Müjgan Teyze yine uzaktan beni kesiyor. Göz yaşı kontrolü. Yok işte teyzeciğim, yok. Biraz ağlıyormuş gibi yapmaya çalıştım. Yok abi olacak gibi değil. Çok yapmacık, iğrenç bir şey oldu. Tamam, en iyisi ben böyle dümdüz durayım. 

Öğle ezanı okundu. Acaba içeriye girmek lazım mı? Yok ya, gerek yoktur herhalde. Erkeklerden bir kısım girdi. Sonra çıktılar. Cenaze namazına geçilecek. Sahne bizimdi artık. Avlu gayet kalabalık. Çok seveni varmış rahmetlinin. O kim orada? Uzaklardan bir kadın bize doğru paldır küldür yaklaşmaya başladı. Tanıdım. Mevlide Hanım bu. Bizim çok çok çok uzak bir akraba. Babamın tarafından. Ama yani kimin nesi vallahi bilmiyorum. Sadece akrabamız olduğunu biliyorum. Babamla yıllardır küslerdi. Nefret ederdi babam bu kadından. Zamanında bir arsa mı satılacakmış bu kadın engel mi olmuş… Öyle bir şey. “Dedikoducu karı” derdi babam buna. Bu da “karısının eteğinden ayrılmaz kılıbık herif” derdi. Kalabalığı yara yara geldi Mevlide Hanım. Herhangi bir kadın kadar kısa boylu, başında yarım bir eşarp, üzerinde klasik bir pardösü. Gözler tabii ki yaşlı. Nasıl ağlıyor ama… “Fikret’im! Fikret’im! Nasıl yaptın bunu bize nasıl?” Ulan adam bir şey yapmadı ki. “Helallik alacağım” diye bir çığlık attı kadın. Sonra yırtına yırtına ağlamaya başladı. Herkes toplandı Mevlide Hanım’ın etrafına. Cenazenin başrolüne oynuyordu garip karı.
“Yüzünü göreceğim! Helallik alacağım! Yüzünü açın!”
O kadar perişan bir vaziyetteydi ki kadına kimse itiraz edemedi. İpler artık onun elindeydi, sahnemizi çalmıştı manyak. Tabutun kapağı hafifçe aralandı. Normalde böyle bir uygulama var mı? Yani buraya kadar gelmiş cenaze artık. Ama ruh hastası öyle çığlıklar atıyordu ki bütün toplumsal normları yerle bir edebilirdi. O açılsın diyorsa açılacaktı! “Fikret’im! Fikret’im!” diye bağıra bağıra tabutun başına geldi. Fahrettin enişte yanında bitti hemen. Kalabalık şöyle bir toparlandı. Herkesin gözü beyaz kefenin baş kısmındaydı. Hafifçe düğümü gevşetti Fahrettin enişte. Sonra çok yavaş bir şekilde rahmetlinin sadece yüzü gözükecek kadar kefeni sıyırdı. Pamukların arasında… Babamın… Ne? Siktir! Bu kim lan!

Toplu bir “aaaa” sesi yükseldi kalabalıktan. Bakıyorum yüzüne. Kim oğlum bu adam? Babam değil. Kesinlikle değil. Kalabalık toplu halde üç adım geri çekildi. Tüm gözler kimsenin tanımadığı bir cenazenin yüzünde. Sonra yine toplu bir şekilde, aynı anda, sanki sözleşilmiş gibi bana kaydı gözler. Bir tabut, yüzü açık yabancı bir mevta ve ben. Yan yana duruyoruz. Karşımızda kocaman bir kalabalık. Sessizce bakıyorlar bana. Annemin sesi kısılmış gibi. Neredeyse fısıltıyla bozdu sessizliği;
“Cenk bu kim?”
Bilmiyorum. Nereden bileyim? Adamın biri işte ne bileyim abi bu kim?
“Cenk baban nerede oğlum?”
Anneciğim vallahi bilmiyorum. Allah kahretsin ben bittim. Bittim. Keşke o tabutun içinde ben olsaydım. 
“Oğlum sen yıkarken görmedin mi babanı?”
Fahrettin eniştenin yılık sesiydi bu.
“Enişte girmedim ben yıkamaya.”
Tekrar bir “aaaaaa” sesi kalabalıktan. Bu sefer daha da yüksek. Tanımadığım bir teyzeden ağız dolusu bir “yazıklar olsun” geldi. “Cık cık cık”lar bir anda havayı doldurdu.
“Cenazenin başında durmazsan işte…” Bu Sude’ydi. Bekliyordum ondan böyle bir kalleşliği, bana sarılıp ağlaması zaten garip gelmişti. 
“Nasıl ya? Kimse durmadı mı cenazenin başında?” Yaşlı bir amca. Bir yerden tanıyorum sanki ama. Çok da emin değilim.
“Durdu amca” dedim, “Furkan durdu.”
Şöyle hızla bir etrafa baktım salak çocuğu bulmak için. Şadırvanda oturmuş yine telefona bakıyordu. Babamın arkadaşlarından Dursun abi girdi bu sefer;
“Oğlum çocuğa cenaze emanet edilir mi?”
Ne çocuğu be? Tel tel sakalı var eşşoğlueşeğin. Homurdanmalar artıyordu. Kalabalık birbirini doldurmaya başladı. Bütün oklar benim üzerimdeydi. Büyük patlama için bir kıvılcım yetecekti. O kıvılcımı da Müjgan Teyze çaktı;
“Zaten hiç ağlamadı bu. Ben bakıyorum sabahtan beri. Sanki hiç üzülmedi babasının öldüğüne.”
Eyvah, geliyorlar. Kızı Figen, patlamanın şiddetini daha da artırdı;
“Sabah geldiğinde de ağzı içki kokuyordu zaten!”
Allah kahretsin Figen niye yaptın bunu? Ne düşmanlığımı gördün de bana bunu yaptın! Annem zamanında bu kızı bana ayarlamaya çalışmıştı da istememiştim. Onun intikamı mı bu Figen? Eyvah! Annem birden fenalaştı. İki üç kişi hemen koluna girdi. Kalabalık iyiden iyiye galeyana gelmişti. “Terbiyesiz… Ayıp be… Allah evladın hayırlısını versin… Babasını yıkamayan çocuk mu olur… Kardeşim abartmayın çocuk ne yapsın… Bizim oğlan da içkici bunun gibi… İnsan babasına bunu yapar mı… Çok bozuldu her şey çok… Çivisi çıktı dünyanın…”
Büyük bir uğultu sardı etrafımı. Üstüme üstüme yürüyorlardı sanki. Bir anda bağırdım;
“Susun!”
Sesler anında kesildi.
“Bekleyin burada! Babamı bulacağım!”
Kendimi kalabalığın ortasına attım. Yara yara içlerinden geçtim. Camiden koşarak kaçtım. Bir taksi. Acil. Hop. Abi çabuk kurban olayım. “Nereye?” “Karacaahmet.”

Koşarak binanın içine daldım. Kayıtların yapıldığı yere girdim. Bizim işlemi yapan genç kız oradaydı. Hemen dibinde bittim. Soluk soluğayım. Galiba beni tanımadı
“Ben… Babamı kaybettim!”
“Başınız sağolsun.”
“Öyle değil… Yani öyle de kaybettim. Sağolun. Öyle değil ama… Cenazeyi kaybettim. Karışmış. Başka bir cenaze var bizde.”
Şöyle bir süzdü beni. Hatırlar gibi oldu. Şaşkındı;
“Emin misiniz?”
Ya tabii ki eminim. Otuz beş yıllık babam. Biliyorum adamın yüzünü yani. Kız beni ikna etmeye çalıştı. Böyle şeyler olmazmış burada. Her şey sistemliymiş. Belediyenin en iyi çalışan kurumu cenaze işleriymiş. Erkan arıyor bir yandan. Açtım. Camiye gitmiş. Ortalık yangın yeriymiş. Gelmek istedi. “Yok” dedim. “Sen annemleri oyala ben hallediyorum.” Bir boku da hallettiğim yok. Bilgisayarın arkasındaki genç kız klavyede birkaç tuşa bastı. Fikret Şimşek. Doğru evet, o benim babam. Her şey normal gözüküyormuş. Bütün işlemler yapılmış, defin için sevk edilmiş. Biliyorum hanımefendi ben de vardım o süreçte. Ama yok işte adam kayıp. Nerede kayboldu bu adam? Şöyle bir düşündüm… Düşündüm… Yani düşününce… Ben hiç görmedim ki cenazeyi. Odaya girmedim. Taşımadım. Yıkamadım. Cenaze arabasına binmedim. Yok. Bu etapların herhangi birinde kaybolmuş olabilir adam. Belki de ortada bir cenaze yoktu? Belki de babam ölmedi? Yaşıyor mu? Görmedim ki abi, öldüğünü görmedim. Yani aslında ölmediği iddia edilen çok insan var. Hitler, Elvis Presley, Saddam, Ahmet Kaya… Babam da böyle olabilir, olamaz mı? Belki de ölmüş gibi yaptı, bizi kandırdı, hastalığı yendi ve Kuşadası’nda bar işletmek için evden kaçtı. Saçmalama oğlum. Tam kendimi bir simülasyonun içinde kaybetmek üzereyken annemin telefonu beni gerçek dünyaya döndürdü. Buldun mu diye soruyor. Bulmadım. İnan ki anne bulsam ilk sana haber veririm.

Yine omzumda bir el. Orta yaşlı bir adam. Tarık Bey’miş adı. Bana o yardımcı olacakmış. Tamam, olsun. Kılığı kıyafeti bir enteresan. Memur gibi değil hiç. Sanki yoldan geçen bir adam. Nedir bunun görevi burada? Kayıp ve çalıntı cenaze mi? “Gel” gibi bir işaret yaptı. Düştüm peşine. Uzun bir koridorda gizemli bir şekilde yürüyoruz. Arada bana belli etmeden oflayıp pufluyor. İş çıktı ya ona da, rahatsız oldu. Babam olsa başlardı şimdi; “sen bizim vergilerimizle…” falan filan. Ben öyle yapamam. Sakin olmalıyım. Bir şeyler diyor bana galiba.
“Yaaav kardeş. Biz cenazelerin üzerine isimleri iğneliyoruz. Kontrol ettin mi sen onu?”
“Yok.”
“Ama yani… Hofff… Sizin defin yeri de Anadolu Yakası, cami de Anadolu Yakası doğru mu?”
“Doğru.”
“Vallahi enteresan iş.”
Teşekkür ederim Tarık abi iyi bir tespit oldu bu. Binanın dışına çıktık. Cenazelerin durduğu klimalı bölüme girdik. Tarık birden gayet doğal ve son derece monoton bir şekilde cenaze sahiplerine seslendi;
“Aranızda cenazesi karışan var mı?”
Acılı aileler bir anda buz kesti. Herkes birden bana döndü. Ortalığı büyük bir panik havası kapladı. Bir önlerindeki tabuta bir de bana bakıyorlardı. Bu krizin benim yüzümden çıktığını anlamışlardı. Ben kendi cenazemi kaybettiğim için şimdi onlar da risk altındaydı.
“İsimleri bir kontrol edelim.”
Telaşla isimleri kontrol ettiler. Yok. İsimler doğruydu.
“Peki o zaman” dedi Tarık, kalabalığa doğru tekrar seslendi;
“Aranızda cenazesini yıkamaya kimler girdi?”
Eller kalktı bir anda. Herkes girmiş. Ben sınıfta ödevini yapmayan o tek öğrenci gibi kaldım, hepsinin gözü benim üzerimde.
“Gördünüz değil mi hepiniz” diye sordu Tarık, sesi ciddileşmişti şimdi, “emin misiniz cenazelerinizden? Bakın içinde en ufak bir şüphe olan lütfen şimdi konuşsun. Bakın sonra çok geç olur! Üzülürsünüz! Biz de üzülürüz!”
Vay be Tarık abi… Gayet epik bir hitabeti varmış bu adamın aslında. Ama bu tehditkar sesleniş de sonucu değiştirmedi. Herkes cenazesinden emindi. Sadece en arkada, duvarın dibinde epey yaşlı bir teyze vardı. Bir tek o elini kaldırmamıştı. Mahcup bir şekilde önündeki tabuta bakıyordu. İşte, benim gibi ödevini yapmamış bir öğrenci daha. Teyzenin yanına gittik. 
“Teyzeciğim başın sağolsun” dedi Tarık.
Teyze ses etmedi.
“Sizin cenaze yıkanırken biri var mıydı başında?”
Teyze yine sessiz.
“Emin misin teyze bu cenazenin sizin olduğuna?”
Teyzenin de gözlerinde yaş yok benim gibi. Sadece tabuta bakıyor. 
“Açalım mı, kontrol edelim mi” diye sordu Tarık. Bunu duyunca teyze konuştu, sessiz ve mahcup. Tabutların arasındaki telaş, dingin bir yavaşlığa dönüşüyordu o konuştukça;
“Yavrum. Açmayalım.”
Tarık da teyzenin tonuna düşmüştü;
“Sen girdin mi teyze yıkamaya? Sizden giren biri oldu mu?”
Diğer cenaze sahipleri de yavaş yavaş teyzenin başına toplandı. 
“Yok” dedi teyze. “Nasıl gireyim yavrum erkeği yıkamaya.”
“E yok mu sizden biri?”
“Yok. Bir ben varım. Bir de İsmet vardı. O da işte… Bak vefat etti. Başka kimse yok yavrum. İsmet’le ben vardık işte. Altmış iki sene oldu…”
Kadının gözleri buğulanmaya başladı. Sırtındaki kambur biraz daha belirginleşti. Biraz daha çöktü. Yaşının verdiği ağırlıkla tane tane anlattı;

“Affedersin helaya girmiş sabah. Uzun kaldı. Kızdım ben de ne bileyim. Bağırdım biraz. İsmet dedim yeter dedim, bak televizyon söylüyor dedim, sular bitiyormuş, barajlar kuruyormuş İsmet israf etme suyu dedim. Sesi gelmedi hiç. Sonra işte kapıyı açtım. Su açık. Ufak tabure vardı, oturmuş, yorulmuş herhalde dedim. Başı hafif öne düşmüş böyle. İsmeeet… İsmeeet… Yok. Cevap vermiyor. Kalk dedim İsmet, bak Esra Erol başlayacak, izleriz beraber. Çok sever. Kalkmadı. Komşular da hep başka başka artık biliyor musun yavrum? Eskiler de kalmadı, kimseyi tanımıyoruz. Suyu kapattım. Televizyon hep söylüyor yavrum, sular bitiyormuş. Yağmur yağmıyor artık yavrum. İsmeeet… Böyle omzuna da dokunuyorum biraz. Kalk hadi İsmet… Yok, hiç cevap vermedi. Uykusu da ağırdır İsmet’in yavrum. Hep böyleydi. Altmış iki senedir. Bir de kızardı uyandırınca. Öğlenleri hep uyurdu, Esra Erol’dan önce, bir saat uyurdu. Ekren uyandırayım, kızardı yavrum. Şimdi… Kalsın böyle İsmet’im. Olmaz mı yavrum? Kızar şimdi… Zaten kaçırdık Esra Erol’u.”

Kırışık elleriyle kocasının tabutuna dokundu. Avuçlarının içini şöyle bir üzerinde gezdirdi. Biz geri çekildik. Bir şey söylemedik. Kızdırmak istemedik İsmet Amca’yı. Cenaze sahipleri de kendi cenazelerinin başına döndüler. Sanki teyze hiç yokmuş gibi, öyle sakin sakin, sessiz sessiz konuşmamış gibi davrandı herkes. Biz de çıktık. Sadece çıkmadan önce Tarık şöyle toplu bir, “cümleten başınız sağolsun” dedi. Kalabalıktan ufak bir fısıltı geldi.

Klimalı yerden çıkınca güneş hemen insanın alnına vuruyor. Bir ufak şüphe kaldı aklımda, ya İsmet amca babamsa? Bizdeki cenaze de yaşlıydı. Ama o kadar mı yaşlı? Bilmiyorum. Ölenlerin büyük çoğunluğu yaşlıdır herhalde. Tarık yine beni dürttü
“Morga bakalım.”

Hayatımda hiç morga girmemiştim. Ölmeden önce de girmek istediğim bir yer değildi. Düşündüğümden farklı bir şeymiş morg. Transfer merkezi gibi bir şeymiş. Ölüler için bir aktarma istasyonuymuş. Şehir dışına gidecek cenazeler, ertesi güne kalanlar, yurt dışından akrabası gelecek olanlar burada bekletiliyor. Pansiyon gibi. Kısa süreli konaklama. Kapıda bir görevli vardı. Normal bir adamdı. Hatta neşeliydi. Niye olmasın ki? Bu adamların işi bu. Ölülerle çalışanların sürekli kasvet içinde mi olması gerek?
“Bu arkadaşın” dedi Tarık, parmağıyla beni göstererek, “cenazesi karışmış. Başka bir cenaze almışlar buradan.”
“Olmaz” dedi morgcu. Çok kesin konuştu. “Burada öyle şey olmaz.”
Ya beyefendi. Olmuş işte.
“Ben on yedi yıldır çalışıyorum burada, bugüne kadar hiçbir cenaze karışmadı!”
Nesli tükenmekte olan bir çini ustası hassasiyetiyle konuşuyordu morgcu, müthiş bir özgüvenle.
“Yok yok biliyorum olmaz” diye adamı rahatlattı Tarık. “Ama biz yine de bir bakalım.”
Suyuna gidince adam gevşedi. Bizi içeri buyur etti. Soğuktu içerisi. Ama tabutların durduğu yerdeki klima soğuğu gibi değildi bu, başka bir soğuktu, daha çıplak bir soğuk. Yan yana ve üst üste duran dolaplar vardı. Hepsi numaralı. Rastgele bir tanesini açmadan önce durdu adam;
“Normal ölüm mü?”
Ne demek bu? Ne kadar normal? Yani bize göre normal. Anormal ölüm mü var? Ya da öyle bakınca bütün ölümler anormal.
“Kardeşim!”
Dur. Gereksiz fazla düşündüm. Bir şey diyor adam bana.
“Buyrun?”
“Normal ölüm mü?”
“Nasıl yani hocam?”
“Yani vücut bütünlüğü var mı?”
“Eee… Var var evet. Normal. Yatakta ölüm. Evde. Hastalık. Son evre işte, doktorlar dedi eve götürün, orada…”
“Tamam kardeşim. Yani yanlış anlama, şimdi öyle bir durum varsa adli tıbbın morguna da bakın diyecektim de. Neyse gel bakalım sen o zaman.”
Adamın yanına gittim. Sırayla çekmeceleri açmaya başladı. Genç bir kız çıktı önce. Dudaklarının morluğu ve yüzünün beyazlığı olmasa, hiç ölmemiş derdim. Adam hemen geri itti çekmeceyi. Bir tane daha açtı, içerinden benim yaşlarımda bir adam çıktı. Bana da benziyordu sanki biraz. Ama zayıf, çok zayıf. Ağzı hafif aralık, dişleri görünüyor. Ulan bana da benziyor hakikaten sanki bu. Öbür genç kız gibi değildi, daha ölü duruyordu bana benzeyen adam. Saçmalama lan neresi benziyor? İnsan insana benzer. Kokusu geldi burnuma. Morgda değişik bir koku vardı. Hamam gibi biraz. Soğukla karışmış. Biraz gül suyu gibi biraz da işte… Cenaze kokusu işte… Tarif edebileceğim bir şey değil, tanıdığım bütün kokulardan farklı. Ulan bu çocuk hakkaten bana benziyor sanki… Adam tekrar itti çekmeceyi. Cenaze, geçici istirahatgâhına geri döndü. 
“Bunlar da hep genç…”
Kendi kendine söylendi morgcu. Sonra birkaç çekmeceyi bana göstermeden hızlı hızlı açmaya başladı. Yaşlı bir erkek arıyordu. On dört numarada birini buldu;
“Gel bak bakalım.”
Gittim. Çok yaşlı bir adam. Yok, değil bu. Başka bir cenaze daha çıkarttı. Biraz dizlerim titriyor, kokudan mı acaba?
“Yok abi bu da değil.”
Midem bulanıyor, gözlerim kararacak gibi. 
Bir çekmece daha. İricene yaşlı bir adam. Göbeği davul gibi şişmiş. Gırtlağından kasığına kadar derin bir dikiş var. 
“Sizin otopsi işlemi yoktu değil mi?”
“Yoktu abi.”
“Bu değil o zaman.”
Nasıl olsa gömülecek diye çarşaf diker gibi dikmişler adamcağızı. O da döndü tekrar bekleme noktasına. Kötü oluyorum, kusacağım galiba.
“Bir de şu var.”
Bir yaşlı erkek daha. Bakmak istemiyorum artık. Ama bu babam yaşlarında. Ufak tefek de biri. Hafif yaklaştım. Yüzüne baktım. Ölülerin hepsi beyaz. Babam hafif esmer gibiydi ama ölünce o da beyazlamıştır. Benziyor. Ama o değil. Yok, kesinlikle değil.
“Değil abi.”
Morgcu rahatlamış gibiydi, bütün şüphelileri incelemiştik. Adamın yüzü güldü
“Dedim ben sana. Burada cenaze karışmaz.”

Morgdan çıktık, Tarık’ı kapıda bırakıp hemen tuvalete koştum. Biraz öğürdüm, kusamadım, yüzüme su çarptım. Hala telefon çalıyor, hala arıyorlar. Yeter kardeşim. Yeter. Telefonu sessize aldım. Biraz durdum tuvalette. Dışarı çıktığımda Tarık da telefonla konuşuyordu. Ben yanına varmadan kapattı.

“Valla kardeşim başka yerlere de sordum. Kartal’a da sordum, belki oraya gitmiştir. Hatta şeye de sordum, oraya gitmez buradan da, Zincirlikuyu’ya da sordum. Buradaki gassal arkadaşlara da sordum. Kimsede yok kaybolan cenaze. Hani sen de diyorsun ki biz eminiz diyorsun, bu bizim cenazemiz değil diyorsun. O zaman yani… Muhtemelen biri aldı senin cenazeni bakmadan defnetti. Yani zaten öyle yüz açma, helallik alma… Herkes yapmaz onu. Herkesin adeti farklı yani anladın mı? Yani yanlış anlama da… Böyle olmuş olabilir. Siz yine tabii rahmetlinin ruhuna bol bol okuyun. Ama yabancı yere gitmemiştir herhalde. Sonuçta toprak aynı toprak.”
Biliyorum toprağın aynı toprak olduğunu hıyar! Ama öyle olmuyor işte. Ben babamı almadan eve geri dönemem.
“Tarık abi peki mezarlıklara baksak?”
Adamın gözleri açıldı. Muhtemelen kafasında şöyle bir sahne canlandı, gidiyoruz ve bugün gömülmüş olan tüm cenazeleri kürekle kazarak çıkartıyoruz. Sonra da tek tek kontrol ediyoruz. Tabii ki böyle bir şey yapmazdım. Yoksa yapar mıydım? Yok yok, o kadar da değil. Ama en azından bir gitsek, baksak, belki tam gömülürken birileri fark etmiştir. Belki cenazeleri şişmandır da tabuttan babam çıkınca anlamışlardır karıştığını.
“Yani istiyorsan gidelim kardeşim” dedi Tarık. “Öğlen kalkanlar yeni defnedilmiştir, bir iki saate de ikindiler gelir.”
“Olur abi.”
“Şimdi şöyle stratejik bir karar vermemiz lazım.”
Strateji kelimesi de adamın ağzına hiç yakışmadı.
“Şöyle yapalım. Burada adamımız çok. Ben söylerim bizim çocuklara. Karacaahmet’e bakarlar. Biz buradan direkt Hekimbaşı’na gidelim. Çünkü artık en çok oraya gidiyor cenazeler, istatistik olarak yani.”

Tarık’ın stratejik görüşüne ve istatistik bilimine teslim olmaktan başka şansım yoktu. Belediyenin arabalarından birine atladık. Yolda hiç konuşmadık. Şöyle biraz kafamı koyayım da uyuyayım dedim. Yok. Hani bazen olur ya, insan o kadar yorgundur ki uyuyamaz. Bana da öyle oldu. Tam dalacakken sıçrayarak kalktım.

Çok dik bir tepenin yamacına yapmışlar mezarlığı. Her yer yokuş. Ama mezarlık çok büyük. Beklediğimden daha boştu. Ne olacaktı ki? Herkes her gün cenaze mi gömüyor? Küçük koloniler halinde geziyordu insanlar. Bazıları gerçekten acılıydı. Yüzlerinden belliydi. Bazıları daha normal duruyordu. Sıradan bir seremoni yapmış gibiydiler. Yine de burada cenaze müdürlüğündeki telaş yoktu. Çok daha sakindi. Son görevini yapmış olan huzurlu aileler…

Tarık’la beraber bir süre izledik. Gördüğümüz küçük grupların yanına gittik. Tanınmadığımız için yer yer ters bakışlarla karşılaştık. Benim gözüm hep cenazelerdeydi. Sürekli kefenlere baktım, belki vücudu babama benzeyen birini görürüm diye. Görsem de ne yapacağım ki? Durun, bu adamı gömemezsiniz mi diyeceğim? Yüzünü açın kontrol edeceğim mi diyeceğim? Birkaç kişiyle tanıştık. Bol bol başsağlığı diledik. Meraklı tipler vardı arada, ne yaptığımı sordular, anlattım. Geçmiş olsun dedi çoğu. Yani bilmiyorum böyle bir durum için doğru bir dilek mi? Ama insan ne diyeceğini de bilemiyor ki… Haklılar. İkindi yoğunluğu da geldi sonra. Onlar daha azdı. Biraz mezar kazan işçilerle sohbet ettim. Çay içtik. Sıcaktan şikayet ettiler. Saat ilerledi. Mezarlık sessizleşti.

“Gidelim istersen” dedi Tarık, “seni eve bırakayım.”
Beni eve bırakma. Ben eve gidemem Tarık. Şu adamı atlatıp mezarları mı kazsam acaba? İşçilerle de tanışmış olduk artık, belki yardım ederler? Bulamazsam ne olacak? Başka mezarlıklara giderim? Sonuçta buralarda bir yerde olması lazım bu adamın. Otoparkın oraya geldik. Arabaya bindim. Tarık da tam biniyordu ki telefonu çaldı. Binmedi. Yürüye yürüye telefonla konuştu. Bir şeyler oluyor galiba. İnsem mi? Yanına mı gitsem? Bir şey mi buldun Tarık abi? Hadi ne olur abim benim be! Telefonu kapattı. Hızlı hızlı arabaya…
“Ne olmuş abi?”
“Biri varmış.”
“Nasıl? Kim?”
“Biri varmış işte senin gibi. Cenazesi karışmış. Tam defnederken fark etmişler. Karacaahmet’te. Bizim çocuklar haber verdi. Demiştim ya sana stratejik olarak buraya gelmemiz lazım diye. Orada çok adamımız…”
Tamam abi uzatma gözünü seveyim.
“Kimmiş abi gidelim hadi.”
“Telefonunu yolladılar dur.”
Bir numarayı aradı. Hoparlöre aldı. Çalıyor… Çalıyor… Çalıyor… Haydi açsanıza ya açsanıza! Cenazeniz bende kardeşim açın şu telefonu! Babam da sizde demek ki! Açsana kardeşim aç aç aç!
Aradığımız kişi şu an telefona cevap veremiyormuş. Allah kahretsin! 
“Biraz bekleyelim geri dönerler” dedi Tarık. 
Benim o kadar zamanım yok. Hemen almam lazım babamı. 
“Abi” dedim, “adres falan bir şey var mıdır?”
“Vardır illa ki… Dur sorayım bizim çocuklara.”
Birini aradı. Arabanın içindeyiz, sıcak. Bekliyoruz. Konum geldi. Harika. Tarık telefondan konumu açmaya çalışıyor bir yandan da bana gereksiz bir açıklama yapıyor;
“Şimdi ölüm belgesi var ya, orada ikamet adresi yazar. Yani hem mevtanın adresi yazar, bir de bildiren kişi oluyor onun da…”
Dinleyemiyorum abi kusura bakma. Konum açıldı. On yedi dakika. Muhteşem. Bas abi. Tarık abi gözünü seveyim bas. 

Hemen yola çıktık. On yedi dakika sonra bir apartmanın önüne geldik. Konum burayı gösteriyor. Arabadan atladım. Kapıya doğru koştum. Tam girecekken bir döndüm ki Tarık arabanın içinde oturuyor.
“Gelmiyor musun abi” dedim. 
Yüzünü buruşturdu biraz;
“Ya kardeşim. Şimdi bizim mesai bitti ya. Hani yanlış anlama, aracı da bırakmam lazım.”
Tamam abi hiç problem değil. Kesinlikle yanlış anlamam. Hakkını helal et vallahi senin sayende buldum babamı. 

Apartmandan biri çıkıyordu tam. Kapı açıldı. Çıkan kadını kolundan yakaladım;
“Bu apartmanda bir cenaze varmış?”
Bilmiyor kadın. Ne biçim komşu bu be? Neyse, hadi acelemiz var. Binanın içindeyim. Nasıl bulacağım daireyi? Dur, sakin. Cenaze evinde ne olur? Kapıda çok fazla ayakkabı olur, evet aynen. Birinci kattan başladım. Merdivenle hızlı hızlı yukarı çıkıyorum. Beşinci katta nefesim kesildi. Yok. Ne açık açık bir kapı, ne yığılmış ayakkabılar. Devam abi bulacağım. Bir kat daha… Sonra bir kat daha… İşte! Orada. Kapı aralık. Yerde üst üste ayakkabılar. İçeriden sesler geliyor. Tam bir cenaze evi. 

Hemen ayakkabılarımı çıkarıp kendimi içeri attım. Nefesimi ayarlamaya çalışıyorum. Kalabalık. Kimse beni tanımıyor. Bakıyorlar mı bana? Bilmiyorum. Bana cenaze sahibi lazım, kuru kalabalık değil. Salona benzeyen bir yer vardı. Girdim. Bir koltuk. Bir kadın. Kadının kolunda tansiyon aleti. Gözleri ağlamaktan kıpkırmızı. İşte gerçekten cenazesini kaybetmiş biri bu. Birden salonun ortasında durdum. Öyle bir durmuşum ki bütün sesler kesildi. Bütün gözler bende. Camideki gibi aynı.
“Siz cenazenizi mi kaybettiniz?”
Anlamadılar galiba. Herkes sessiz.
“Cenazesi kaybolan siz misiniz?”
Bir adam öne çıktı; “evet” dedi, “biziz.”
Koltuktaki kadın umut dolu gözlerle bana bakıyor. Hallediyorum merak etme. İkimizin de derdini çözeceğim. Yaklaştım kadına bir adım;
“Bizim cenazemiz karışmış. Ben babamı kaybettim. Ama bizim tabuttan başka biri çıktı. Muhtemelen benim babam size karışmış. Bizdeki cenaze de sizindir o zaman. Bizdeki böyle yetmiş yaşlarında, traşlı, temiz yüzlü bir bey.”
Kimse bir şey demedi. Anlamadılar mı acaba yine? Şok mu oldular? Sonra koltuktaki kadın bana doğru baktı. Biraz daha baktı. Hafifçe dudakları kıpırdamaya başladı
“Ama… Ama benim oğlum beş yaşındaydı.”

Sanıyorum dünya üzerindeki hiçbir insan, bu cümle karşısında kolay kolay bir şey söyleyemez. Ben de söyleyemedim. O salondaki kimse de söyleyemedi. Dönüp gitmek mi lazım acaba? Ne yapmam lazım, biri bana yol göstersin.
“Buyrun” dedi kalabalığın içinden biri. Duvara dayalı uzun kanepede boş bir yer vardı, bana orayı gösterdi. Oturdum. Sessizce bekliyor herkes. Mutfaktan çay ve küçük bir tabakta ufak kuru pastalar geldi. Dokunmadım, boğazımdan geçmez şimdi. Oğlunu kaybeden kadın bana doğru bakıyor. Kızdırdım mı onu? Umut verip de hayallerini mi yıktım? Benim de hayallerim yıkıldı ama? Ben de babamı burada bulurum diye düşünmüştüm. Ama bana öfkeyle bakmıyordu kadın. Hatta galiba beni anlıyordu. O an, orada beni anlayabilen tek kişi oydu. Yavaş yavaş, titreyen elleriyle tansiyon aletini kolundan söktü. Konuşurken bazen bana, bazen yere bakıyordu. Ara ara derin nefes alıp bekliyor, sık sık sesi titriyordu;

“Pis bir şeydi zaten. Ne anlıyor ki bu adam? Ali’ye kaç kere söyledim. Kaç kere söyledim. Alma dedim şu pis şeyi, eve sokma. Israrla alıyor Ali. Anlamıyorum ki… Alper’in bugün yüzmesi vardı. Gitmek istemiyorum dedi, ateşim var dedi. Baktım şöyle alnına, ateşi falan yok çocuğun. Git oğlum, bak arkadaşların da var orada dedim. Ne yapacaksın Alper evde kuşum? Yok, tutturdu çocuk. Ali de dedi bırak gitmesin bugün de. Her gün bir programı varmış zaten çocuğun. Çok biliyor ya bu adam. Her şeyi çok biliyor. Anaokuluna gidiyormuş da işte yüzmeye de gitmeyiversinmiş. Ben de tamam dedim, ne bileyim. O pis şeyi eve alma dedim ama Ali’ye. Elli kere demişimdir. Ben kızıyorum diye mutfağa da koymuyor, çocuk gibi ceketinde saklıyor. O küçük şekerler var ya hani, yeşil, naneli. Hepsini de jelatinlemişler. Ali de jelatinlerini hep sağa sola atıyordu zaten. Bu çocuk nereden buldu onu… Cebinden mi aldı artık… Odasında oturuyor yavrum. Tabletiyle oynuyor. Hiç sesi çıkmıyor. Sessiz bir çocuk zaten kuşum. Şey durmuş… Kurutma makinesi. Giderken kapının aralığından baktım. Yerde yatıyor. Hiç yerde yatmaz. Hep yatağında yatar. Hiç yerde yatmaz. Alper hiç yerde yatmaz. Acaba ateşi vardı da ben mi fark etmedim? Doğru mu söylüyordu çocuk? Yanına gittim dedim Alper, kalk oğlum yerine yat. Kuşum kalk yatağına yat. Ateşi mi var çocuğun? Sonra ben yavrumun alnına elimi bir koy… Ne ateşi… Buz gibi. Hiç de yemezdi Alper o şekerden. Hiç yemezdi. Ali yerdi de Alper hiç yemezdi. Koş dedim Ali koş. Koş bu oğlan… Sırtına vurdum. Çok vurdum. Hiç vurmazdık kuşuma çok vurdum. Salladık. Ayaklarından tuttuk salladık. Pıt diye düştü yere, boğazından çıktı. Pis şeyin yarısı erimiş yeşil yeşil. Dava açacağım hepsine. O şekerin fabrikasına kadar yıktıracağım. Hepsini tutuklattıracağım. Hepsini. Ambulans da geç geldi zaten. Onlara da dava açacağım. Çirkin kız, o hemşire mi neyse artık. O da bir şey yapmadı. Çirkin. Hastane de bir şey yapmadı. Ben biliyorum o şekeri. Onu yapanın da canını yakacağım ben. Satanın da canını yakacağım. Bir de iğne yapıyorlar bana. Bana niye iğne yapıyorsunuz? Kuşuma yapın iğneyi. Bana niye yapıyorsunuz? Beni oradan oraya taşıyorlar bir de. Camiye taşıyorlar, mezarlığa taşıyorlar… Dedim ben yavrumu mezara koymam. Kim koyacaksa da onun Allah belasını versin. İşte onu dedim ya, Allah da benim belamı verdi. Koca tabuta koymuşlar yavrumu. Küçüğü yokmuş, koca adam tabutuna koymuşlar. Bir açtık içini. Kocaman bir şey. Beyaz kefen. Benim kuşum değil bu. Olamaz. Gittim yırttım yüzünü. Ölü kadının teki. Ölü kadının teki… Benim yavrum değil. Alper’im… Elimden aldılar kuşumu…”

Galiba orada bu hikayeyi ilk kez dinleyen bir tek ben vardım. Ama benim dışımdaki herkes ağlıyordu. Çok mu göze batıyorum? Ya bana dönüp de “hiç üzülmedin mi oğluma” derse kadın? Demedi, ama başka bir şey dedi, yanımda oturan kadına;
“Ah Buketçiğim… Ah… Hep sana üzülüyorduk. Bak biz de aynı olduk şimdi…”
Kim bu Buket? Onun da mı çocuğu ölmüş? Yanıma doğru baktım biraz. Benim yaşlarımda, açık tenli, saçları omuzlarına kadar. Herkes gibi gözleri dolu. Hoş bir kız. Kimsin sen Buket? “Siz” diye fısıldadım kadına, “akraba mısınız?”
“Hayır” diye geri fısıldadı, “karşı dairede oturuyorum ben.”
Nasıl aynı oldunuz peki? Neyiniz aynı? Siz de mi çocuğunuzu kaybettiniz diye sorulmaz ki kadına. 

Mutfaktan genç bir kız koşarak geldi, elinde çalan bir telefon. Kız bağırıyor;
“Abla eniştem arıyor abla!”
Alper’in annesi hemen telefonu kızın elinden aldı. Elleri hala titriyor, zorlandı ama telefonu açtı;
“Ali! Hayatım ne oldu?”
Karşı tarafı dinliyor kadın. Ayağa kalktı. Dizleri titriyor, görüyorum. Ali bir şeyler söylüyor.
“Ali… Doğru mu? Tamam hayatım! Ali geliyoruz!”
Telefonu kapattı;
“Alper’i bulmuşlar!”

Bir anda canlandı salon. Herkes ayaklandı. Ben de kalktım. Sevinç çığlıkları. İnanılmaz bir koşuşturma. İnanılmaz bir mutluluk. Sanki çocuk ölmemiş gibi bir mutluluk. Birbirine sarılanlar, aceleyle çantasını, telefonunu toparlayanlar. Büyük bir koşuşturma, çok büyük. Kapakları açılmış bir baraj gibi insanlar salondan kapıya aktı. Ayakkabılar kapışılmaya başlandı. Haberin verdiği coşkuyla bir anda organize oluverdi kalabalık, herkes kendi ayakkabısını buluverdi. Telefonlar ediliyor, bağırılıyor, seviniliyor, birilerine haber veriliyor… Bir anda kayboldular. Yaşlıları asansöre doldurdular, gençler merdivenlerden indi patır patır. Arkalarında dev bir toz bulutu bırakarak kayboldular. Bir ben kaldım, hiç bilmediğim bu evde. Bir ben, bir de… Aaa… Buket. O da benim gibi ne olduğunu anlamaya çalışarak etrafına bakıyor. İstemsizce gülümsedik birbirimize.
“Biz de çıkalım bari, kimse kalmadı” dedi Buket.
“Çıkalım.”

Paspasın üzerinde son kalan iki çift devrilmiş ayakkabıyı düzlettik. Kapıyı çeksek mi? Anahtar almışlar mıdır acaba? Buket karşı dairenin kapısını açtı. Ben merdivene doğru… Yoksa asansör mü…
“Bir kahve yapayım size isterseniz?”
“Nasıl?”
“Çok yorgun görünüyorsunuz. Size bir kahve yapayım.”
Öyleyim. Öyleyim herhalde. Yorgun gözüküyorumdur. Olur, tamam.

Buket’in evi çok sakindi. Bir önceki evin aynısı ama burası çok sakin. Salonda deri bir kanepe vardı. Eski ama çok kaliteli bir şey. Çok rahat. Oturdum. Buket biraz ortalığı toparladı. Pek dağınık değildi ama işte misafir gelince insanlar refleks olarak bu hareketi yapar. 
“Siz” dedim. Bence şimdi sormanın tam zamanı;
“Siz de mi çocuğunuzu kaybettiniz?”
Buket gülümsedi;
“Yok” dedi, “benim çocuğum yok. Ben abimi kaybetmiştim de beş yıl kadar önce
“Başınız sağolsun.”
“Sizin de.”
Aramızda tarif edemediğim bir sıcaklık oluşuyordu. Ben nedenini soramadan Buket anlatmaya başladı;

“Biz de cenazemizi kaybettik tıpkı sizin gibi. Bulamadık. Abim Almanya’da vefat etti. İş için gitmişti. Berlin’de bir gece kulübüne gitmiş. Çıkışta sokak çeteleri birbirine saldırmış. Silahlı bir arbede çıkmış. Abim de arada kalmış. Haberi geldiğinde biz yıkıldık. Çünkü hiç beklemiyorduk, hiç. Sapasağlam bir adamdı, kalıplıydı, sağlıklıydı. Orada çok uzaktan akrabalarımız var, ama bizim ailemiz burada. Cenazeyi burada yapmak istedik. Aile kabristanımız da var. Cenazeler Türkiye’ye uçakla geliyor. Bilet alınıyor cenazeye. Kargo bölümünde geliyor. Bir kağıt tutuşturuyorlar elinize, fatura gibi bir şey, üzerinde “human remains” yazıyor. İnsan kalıntıları demek. Resmi olarak öyle geçmesi gerekiyormuş. Bize uçuş numarasını verdiler. Biz burada, havaalanında karşılayacağız. Cenaze aracını da getirttik, bekliyoruz. Uçak indi, bir tabut geldi. Dediler ki işte sizin kargonuz bu. Ben tamam dedim. Ama dedim bir kontrol edelim lütfen. Bir kere bavulum karışmıştı benim, ondan beri hep kontrol ederim. Tabutu açtık. Fermuarlı mavi bir torba çıktı. Fermuarı açtık… İçinden kapkara bir adam çıktı. Yani… Siyah baya, bildiğiniz siyah. Biz tabii hepimiz şok halindeyiz. Havayoluna soruyoruz, işte oradan yetkili biri, buradan yetkili biri… En sonunda dediler ki sizin cenazeniz Senegal’e gitmiş. Abim de gezmeyi çok severdi biliyor musunuz? Senegal’e hiç gitmemişti ama çok yere gitti. Kısmet işte. Neyse yani, işte Senegal’e gidecek cenaze de bize gelmiş. Sonra orayı arattırdık, sordurduk. Senegalliler diyor ki bizde cenaze falan yok. Onlar da bekliyorlarmış. Perişan olmuşlar tıpkı bizim gibi. Yolladık cenazelerini Senegal’e. Teşekkür ettiler. Cibril diye biri var, o süreçte tanıştım, hala bayramlarda yazar. Ama işte… Bizim cenazemiz gelmedi. Öyle.”

Öyle. Evet, tam olarak öyle ifade edilebilir zaten, “öyle.” Ne diyebilirim ki Buket sana? Bence de öyle.

“İlk zamanlar çok zor geçti. Zaten erken yaşta kaybetmişiz, hem de bu şekilde… Sonra sonra bizim gibi insanlarla tanıştım. Bizim gibi, sizin gibi… Yani, affedersiniz yanlış anlamayın, siz inşallah bulursunuz cenazenizi… Ama varmış böyle insanlar. Hala görüşüyoruz hepsiyle. İyi arkadaş olduk. Nasıl desem… Aile gibi olduk.”
Ayağa kalktı;
“Ben kahvenizi yapayım.”
Mutfağa gidiyor.
“Buket Hanım.”
Durdu.
“Suyu idareli kullanın.”
“Efendim, anlamadım?”
“Eee… Şey için diyorum… Bugün bir hanımla tanıştım da… O söyledi, sular bitiyormuş, idareli kullanmak lazımmış.”
Gülümsedi;
“Tabii ki, dikkat ederim.”
Mutfağa gitti. Boynum çok ağrıyor. Kanepenin yastığı çok rahatmış, şöyle boynumu biraz gevşetip…

Bir anda gözlerimi açtım. Siktir! Karanlık! Ne oluyor lan! Neredeyim ben? Etrafına bak. Evet, Buket’in evi. Üzerimde ince bir pike var. Kanepedeyim. Allah kahretsin uyuya kalmışım. Buket nerede? Saat kaç, gece mi oldu? Babam nerede? Amına koyayım nasıl uyuya kaldım ben! Telefon. Saate bakmam lazım. Nerede? Sol cebimde. Buket neredesin Buket? Sol cebimen telefonu çıkarttım. Saat akşam sekiz. Allah kahretsin. Kırk dört cevapsız arama! Allah kahretsin sessize almıştım telefonu. On beş kere annem, On sekiz kere Sude aramış. Hemen çabuk! İlk annem çıktı ekranda. Bastım.
“Alo anne!”
“Cenk, niye açmıyorsun telefonu?”
“Anne ben… Ya sessize almıştım da… Anne özür dilerim ya… Şey oldu…”
“Neyse dur şimdi. Cenk. Dinliyor musun?”
“Dinliyorum anne.”
“Biz şey yaptık Cenk… Bizim bu camiin hocası var ya Bayram Hoca. Biz onunla da konuştuk. Sana da söyleyecektik de telefonu açmadın. Biz cenazeyi kaldırdık Cenk
“Ne? Nasıl kaldırdınız? Buldunuz mu babamı?”
“Yok. Öyle değil. Biz işte senden de bir haber gelmeyince… Burada da kendi aramızda konuştuk biz… Bu senin getirdiğin cenaze var ya, buradaki adam. Biz onun namazını kıldık Cenk. Bir de Bayram Hoca şey dedi, öyle oluyormuş, baban için de gıyabi cenaze namazı kıldık oğlum. Hani bu da cenaze sonuçta ya… Biz şey yaptık. Bekledik biraz ikindiden sonra. Sonra bu adamı defnettik, baban için yer ayarlamışlardı ya, oraya adamı defnettik. Ama niyet falan ederken hep babanın adına ettik Cenk. Fatiha da okuduk bol bol. Fahrettin enişten de yasin okudu mezarın başına. Ama babanın ruhuna okuduk. Öyle oluyormuş, Bayram Hoca olur dedi. İşte yani öyle oldu Cenk. Öyle… Toprak aynı toprak yani… Burada herkes öyle dedi. Şimdi biz evdeyiz. Mevlit başlayacak. Sude de helva kavurdu. Sen hadi gel neredeysen. Biz hallettik yani cenaze işini.”
“Tamam.”

Öyle. Tamam. Bugün her şeye tamam. Demiştim size, ne derseniz tamam. İçeriden bir odanın kapısı açıldı, yüzüme doğru bir ışık sızdı. Koridorda ayak sesleri… Buket geldi
“Uyanmışsınız?”
Salonun ışığını yaktı. Gözlerim kamaştı. Buket giyinmiş, bir yere gidecek herhalde. Çok mu ayıp oldu?
“Buket Hanım ben çok özür dilerim ya… Ya ben bugün… Yani dünden beri
“Estağfirullah, olur mu hiç öyle şey? Ben de anladım çok yorgun olduğunuzu, hiç rahatsız etmedim sizi. Sadece üzerinize pike örttüm. Uyuyanın üzerine kar yağar
“Teşekkür ederim.”
“Bir haber var mı?”
“Yok.”
Gitmem lazım benim herhalde, kadın evden çıkıyor.
“Ben o zaman kalkayım Buket Hanım, size de rahatsızlık verdim.”
“Yok yok ne rahatsızlığı… Şey yapalım mı? Ben de uyanınca size sorarım diye düşünmüştüm. Şimdi ben bir yere gidiyorum. Bu bizim cenazesini kaybedenlerle… Demiştim ya… Biz böyle iki haftada bir pazar akşamları toplanıyoruz. Yani yanlış anlamayın vallahi çok üzülürüm yanlış anlarsanız. Ama ben sizi de davet etmek isterim. Eğer siz de kabul ederseniz?”
“Olur… Tabii tabii çok memnun olurum.”

Buket’in eski model ufak bir arabası var. Yola çıktık. Havadan sudan sohbet ettik. Bir mimarlık ofisinde çalışıyormuş, ama iş yerinden memnun değilmiş, değiştirmeyi düşünüyormuş. Ev sahibi bu sene kirayı enflasyonun üzerinde yükseltmek istemiş. Annesiyle babası Isparta’da yaşıyormuş. Nereye gittiğimizi hiç sormadım. Merak da etmemiştim ama bir süre sonra şehirden uzaklaştığımızı fark ettim. Sonra bir de baktım, Belgrad Ormanı’ndayız. Hep burada buluşuyorlarmış. Herkes evinden bir şey getiriyormuş, yiyip içiyorlarmış. Ateş yakmak yasakmış ama ufak bir piknik tüpüyle kimse görmeden hallediyorlarmış. Orman yolunda biraz ilerledik. Sonra iyiden iyiye bozuk bir yola saptık. Arabayı kuytu bir köşeye bıraktık. Ormanın içinde, elimizde telefon ışıklarıyla ilerledik. Biraz sonra diğerleriyle karşılaştık.

Dört kişilerdi. Buket ve ben katılınca altı olduk. Sanki beni gördüklerine hiç şaşırmamış gibiydiler. Buket beni tanıştırdı;
“Cenk, bugün babasının cenazesini kaybetmiş.”
Sırayla sarıldılar bana. Baş sağlığı dilediler. Yani dışarıdan bakınca hiçbir ortak noktası yok gibiydi bu ekibin. Çekik gözlü, Çinliye benzeyen bir oğlan vardı mesela, yirmili yaşlarında. Onun yanında atletli, eşofmanlı bir dayı. Uzun bıyıklı esmer bir adam vardı, bir de platin saçlı, bakımlı, yaşlıcana bir kadın. Ama sanki beraber büyümüş gibiydiler. Çok iyi anlaşıyorlardı. Şakalar yapıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, bu işin içinden spiritüel bir olay çıkacak diye bekledim. Kaybolan cenazeleri için ayin yaparlar, ya da ne bileyim toplu yoga, zikir, öyle bir şey yani. Yok. Öyle bir şey de olmadı. Piknik tüpü yakıldı, üzerine büyük bir çaydanlık koyuldu. Evden getirilen poğaçalar, börekler, kısırlar çıktı. Atletli dayının elinde bir kavanoz vardı, açamadı. Bana getirdi, “kirvem şunu açıver hele” dedi. Azıcık zorlayınca açtım. Kimsiniz abi siz? Merak ettim, sordum, anlattılar.

Atletli dayının adı Muhsin’miş. Yedi yıl önce karısı vefat etmiş. Köye götüreceklermiş cenazeyi. Belediyenin aracında problem çıkmış. Özel cenaze aracıyla gitmesi lazımmış. Bir cenaze şirketiyle anlaşmış Muhsin Dayı. Fiyatı bayağı yüksekmiş ama yapacak bir şey yokmuş. Yüklemiş cenazeyi, ödemeyi de önden yapmış. Sonra araç yola çıkmış, bir daha da haber alamamış. Bu adamlar dolandırıcıymış meğer. Özel cenaze şirketiymiş gibi insanlardan para alıyorlarmış, sonra da kayboluyorlarmış. “Ben parasında değilim” diyor Muhsin Dayı, “ama cenazemizi ne yapacaksınız? Gittiler attılar bir köşeye diyeceğim de… Yok, bizim insanımız öyle bir şey yapmaz. Dolandırıcısı da yapmaz, hırsızı da yapmaz. İlla ki gömmüşlerdir bir yere.” 

Platin saçlı kadın Asuman abla. Eskiden çok zenginmiş. Beylerbeyinde bir köşkte oturuyorlarmış. Kocası, büyük bir iş adamı, yazın bir cruise gemisiyle tatile gitmiş. Asuman ablayı da çağırmış ama gitmek istememiş o. Tekne tutuyormuş Asuman ablayı. Beyefendi, “bu gemi çok büyük sallanmaz bile” dese de Asuman abla ikna olmamış. Tatilin ilk haftasında gemi batmış. Cenazelerin bir kısmını çıkartmışlar ama Asuman ablanın kocası çıkmamış. Kadın bunalıma girmiş. Kumara başlamış. Neyi var neyi yoksa Kıbrıs’ta kumarhanelerde harcamış. 

Çekik gözlü çocuk Taylandlıymış. Belirgin bir aksanı var ama gayet iyi Türkçe konuşuyor. Adı Somchai. Burada doktora öğrencisiymiş. Tarihçiymiş. Osmanlı tarihi üzerine çalışıyormuş. Ailesi Amerika’da yaşıyormuş. Bir tek babaannesi kalmış Tayland’ta. Kadın üç yıl önce orada ölmüş yaşlılıktan, yaktırmışlar. Öyleymiş adetleri. Tayland’taki tanıdıklar kadının küllerini uçağın kargosuna vermiş. Amerika’ya, ailesinin yanına gitsin diye. Ama Amerika’daki gümrük görevlileri külleri gümrükten geçirmemiş, çöpe dökmüşler. Rahmetliden geriye kalanlar öylece kaybolup gitmiş.

Esmer çocuğun adı Serhat. Köyde dedesi kuyuya düşmüş. Babası da yokmuş çocuğun, aile büyüğü olarak bir tek dedesi varmış. Jandarma gelmiş, kuyuya inmişler, kuyudan bir ceset çıkmış. Ama çıkan kişi Serhat’ın dedesi değilmiş. Serhat önce dedesinin ölmediğine inanmış. Ama dedeyi düşerken görenler varmış, yemin etmişler gördüklerine. Serhat çok aramış, bulamamış. Bir süre sonra o da bırakmış aramayı.

Bana da sordular, ben de anlattım. Anlattım ve hayat olağan akışında devam etti. Ağlamadı kimse. Bana acıyan gözlerle de bakmadılar. Sadece şey dediler, “iki haftada bir pazar, sen de gel.”

Yemek yedik, çay içtik, sohbet ettik. Asuman abla artık apartmanda kimsenin günaydın dememesinden şikayet etti. Somchai Osmanlı’ya matbaanın geç girişiyle ilgili bir şeyler yazıyormuş, onu anlattı. Serhat’ın köyüne yol yapacaklarmış. Eğer onların arazisinden geçerse devlet iyi para veriyormuş. Muhsin Dayı geçen hafta bir milyonluk altılıyı son ayakta kaçırmış. Herkes çok mut… Yok değil, mutlu değildiler. Ya da mutlu muydular? Mutlu denince ilk akla gelen şey değillerdi o kesin. Ama bir yanıyla mutluydular da. Birbirlerini seviyorlardı. 

Biraz sonra Muhsin Dayı sırt çantasını açtı. Küçük bir pet şişe çıkarttı, ezik büzük bir şey. Şişeyi avucunda tutunca keyfi yerine geldi, yanına bir büyük soğuk su, bir de pet bardak;
“Heh işte” dedi, “vakti geldi.”
Bana baktı;
“İçer misin kirvem” diye sordu.
“Nedir o?” dedim.
“Rakı, ama bildiğin rakı değil. Ev yapımı. Bizim bir arkadaş getiriyor Samandağından.”
“İçerim abi.”

Bana da bir bardak çıkardı. Yanıma oturdu. Pet şişenin kapağını açtı, yavaş yavaş önce rakıyı sonra suyu koydu. Kokladım biraz. Limon kolonyası gibi kokuyordu. Ama güzel bir limon kolonyası. Tadı da acıydı biraz. Ama tatlı bir acı. Elini omzuma attı Muhsin Dayı. Bugün omzuma atılan bilmiyorum kaçıncı eldi. Ama bu seferki el, ağırlığını bana yüklemedi. Hiç hissetmedim ağırlığını. Hatta hafifledim bile. Ben de kendi elimi koydum, omzumdaki elin üstüne. 

O gece, orada, o ormanda, o insanların arasında otuz beş yıl sonra ilk kez hüngür hüngür ağladım.

Kategori: