Nisan, 2019. Erasmus yılımdı. Cansu, ben ve Alman arkadaşımız Eva, bir hafta sonu Atina’yı gezme planı yapmıştık. Bütçemizi yaptık, internetten kalacak yerimizi ayarladık ve çantalarımızı hazırladık. Ardından bulabildiğimiz en ucuz tren biletlerini alıp gece yarısından biraz önce Selanik garında buluştuk. 

Fakat tren tecrübemiz olmadığından koltuklarımızı nasıl bulacağımızı pek bilmiyorduk. Karşımıza çıkan ilk vagona bindik ve biletlerde yazan numaralara oturduk. Gayet güzel görünüyordu. Yunan aileler, Avrupalı turistler ve ellerinde tuttukları haritaları. Herkesin keyfi yerinde gibiydi. Nezaketle gülümseyen suratlar bize başıyla selam veriyordu. Biz de onlara selam verip yerleştik. Fakat biz çantalarımızı yeni çıkarmışken Yunan bir çift gelip bize kendi yerlerine oturduğumuzu söyledi. Yanlış vagona binmişiz, hemen inip tren kalkmadan kendi vagonumuzu bulmaya çalıştık. Birkaç yanlış vagona daha bindikten sonra görevlilerin de yardımıyla trenin en arkasındaki vagonun bizimki olduğunu anladık. Tabii ki çok mantıklıydı. En ucuz bilet, en arkadan yolculuk.

Vagona girer girmez karşılaştığımız manzara da bu yüzden tutarlıydı. Burası Afgan, Suriyeli ve birçok başka memleketten mültecilerle doluydu. Bütün vagon kurumuş ter kokuyordu, gürültülüydü ve nasıl oluyorsa diğer vagonlardan daha karanlıktı. 

Koltuklar koridorun iki tarafında karşılıklı yerleştirilmiş ikili sıralar halindeydi. Yani her tarafta birbirine bakan dört koltuk bulunuyordu. Cansu ile ben yan yana oturuyorduk. Koridor tarafında oturan Eva karşımdaydı, onun yanında duran boş koltuğa ise biz oturduktan birkaç dakika sonra Afgan bir genç yerleşti. Biz sohbet etmeye devam ettik, hiçbir şey yokmuş gibi davranıyorduk ama üçümüzü de saran gizli bir korkuyu içten içe paylaşıyorduk.

atina treninde korku_anıl can beydilli

Vagonda Arapça bir uğultu vardı. Yüksek sesli gülüşmeler, birbirini kovalamalar oluyordu. Bazıları koltukların üstüne çıkmış diğerlerine bağırarak bir şeyler anlatıyordu. Zaman zaman Eva’nın yanındaki adamın ensesine vurdukları oluyordu. O da arkaya sarkıp onlarla bir süre güreşiyordu. Bu olduğu zaman biz irkilip birbirimize bakıyorduk ve gülümsemeye çalışıyorduk. 

Ben nedense aralarındaki erkek olarak sorumluluk hissediyordum. Etrafta yaşanan konuşmaların, şakalaşmaların bizimle ilgili olabileceğini düşünüyordum. Çeşitli senaryolarda neler yapabileceğimi düşünmeye çalışıyordum. Yapılabilecek tek şey açık vermemekti. Hiç kimseyle göz kontağı kurmamaya karar verdim. Mümkün olduğu kadar da uyumayacaktım. Uyuma ihtimaline karşın da çantamı kucağıma alıp sıkı sıkı sarmıştım. Gözlerimle Eva’ya da aynısını yapmasını işaret ettim. Böylece hiçbir sorun olmayacaktı.

Fakat bunlara rağmen Eva’nın yanındaki adam kitlenmiş şekilde bizi seyrediyordu. Biz kesinlikle ona bakmıyorduk, ama onun bakışlarını da tüm bilincimizle hissediyorduk. Yine de hiçbir şey yokmuş gibi sohbet etmeye devam ettik. Eva Türkçeye merak salmıştı. Bana bir sürü kelime soruyordu, ben de Türkçe karşılıklarını öğretiyordum. Onun dili dönmeyince komik oluyordu, biz de gülüyorduk. Erasmus öğrencilerinin sosyal eğlencesi de genellikle bundan ibarettir zaten. Fakat klişe de olsa tam yanımızda bize kitlenmiş bir adam varken kafa dağıtmak için güzel bir seçenekti. Eva bana sordu; “How do you say ‘Can I have a glass of wine?’” Ben de cevapladım; “Bir kadeh şarap alabilir miyim?” Eva tabii ki bunu söyleyemedi ve dilinde “alabilir miyim?” kısmını dolandırdı. Tam o esnada yanımızdaki Afgan genç kahkaha atmaya başladı. Ellerini birbirine çarpıyor ve benim gözlerimin içine bakıyordu. Hepimiz son derece gerilmiştik. Sonra bir an ne olduğunu anladım ve adama döndüm; 

“Türkçe biliyor musun?”

“Biraz. Biliyorum abi. Sen Türksün?”

Gerginliğim hala devam ediyordu ama ben de istemeden gülümsedim. “Sen nereden öğrendin Türkçe’yi?” 

“Ben” dedi, “İki sene İstanbul’da.” 

Biz bir anda adamla muhabbet etmeye başladık. Eva şaşkın şaşkın bakarken ona kısaca açıklayıp muhabbete döndüm. Güngören’de oto tamircide çalışmış, ben de Fikirtepe’de oturduğumu söyledim. Arkasına dönüp bağırdı; “Mostafa! Mostafa!” benim Türk olduğumu ve Fikirtepe’de oturduğumu söyledi. Bir anda bütün vagon etrafımıza doluşmuştu. Mostafa’yla eskiden komşu olduğumuz anlaşıldı. Sonra ben de oradaki markette bir bütün tavuk ve yirmi ekmek ile kasaya gelen Afganları hatırladım. Ama bunu ona söylemedim. Yanımda Çelikhan tütünü vardı, birkaçıyla beraber sarıp vagonun dışında içtik. Çok beğendiler, İstanbul’u özlemişler, biz de özlediğimizi söyledik. Bana bir sürü soru sordular, ben de onlara bir sürü soru sordum. Hafta içi Selanik’e, hafta sonları da çalışmak için Atina’ya gidiyorlarmış. Ama hiçbir yerin Türkiye gibi olmadığını söylediler. Erdoğan’dan, ekonomiden, televizyon dizilerinden konuştuk. Genelde aynı fikirde değildik, ama aynı duygudaydık. Hepimiz evimizden uzaktaydık, hepimiz var olmaya çalışıyorduk. 

Tacize, soyguna, şiddete uğramaktan korktuğumuz vagonda o hafta sonunun en güzel anlarını geçirdim. Neyden bu kadar korkmuştuk ki? İşin komik tarafı da buydu. 

Çünkü oraya girdiğimiz anda yanlış gelmişti. Yunanlıların, diğer Avrupalı turistlerin olduğu vagonu gördüğümüz anda doğru yerde olduğumuzu düşünmüştük. En arkadaki vagona girdiğimizde ise oraya ait olmadığımızı düşündük. Biraz ter kokusu, biraz arapça ve çocuksu eğlenceler bizi barbarların dünyasına girmişiz gibi hissettirmişti. Evet, belki gerçekten oraya ait değildik, ama diğer vagonlara da ait olmadığımız da kesindi. 

Biraz ter kokusu, biraz Arapça, biraz da çocuksu eğlence… Çünkü çalışıyorlardı, oradan çıkıp yine çalışmaya gidiyorlardı, ana dilleri Arapça’ydı, ve hepsi daha çocuk yaştaydı. Tıpkı benim gibi.

Bütün kafelerde önyargılardan ve eşitlikten bahsederken, yüzeysellikten dem vururken bir gece treninde kendi kibrime yenilmiştim. Ben de gurbette olduğum halde başkalarını hoş karşılayamayacak kadar üstün olduğumu düşünmüştüm. Belki dil bildiğim için, belki tiyatro okuduğum için, bilmiyorum. Ama Fikirtepe’den geldiğimi bir an unutmuştum. Çantamdaki deri tütün çantasında Çelikhan tütünü olduğunu unutmuştum. Şimdi aradan birkaç yıl geçtikten sonra mülteci sorunları ile ilgili bir konu açıldığında hala ciddiye alınacak bir fikir belirtemiyorum, ama kim olduğumu ve diğer insanlar hakkında nasıl düşünmem gerektiğini bir Atina treninde çoktan öğrendim. 


Bizi takip etmek ister misin?

Kategori: