“Git artık” dedim ona. “Rica ediyorum defol git.” İçimden değil. Onun suratındaki şaşkınlığı gördüm ve içimden söylemediğimi anladım. Aslında ben ona git diyebilecek birisi değildim. Ne yaşanırsa yaşansın. Yıllar içinde kendi kendime bunu söyledim. Bununla da kalmayıp güzel bir plan yaptım. Üstelik bu planı yaptığım zamanlar gitmesini o kadar da istemiyordum.  Ama her şey hazırdı. Bir masanın iki ucundayız. Uzun zamandır kararlı bir şekilde sürdürdüğüm sessizliğimi bozuyorum. Çok soğukkanlıyım. Üzerimde mavi bir elbise, eteklerim uçuşuyor. Yani dışarıdayız, hafif bir rüzgar var demek ki. O kadar yıldır beni görmediği kadar güzel olmam lazım. Gözlerime bakıyor. Anlamaya çabalıyor, zaten yapabileceğimi düşünmüyor o yüzden korkmuyor. Ama çok güzel göründüğüm için de biraz kafası karışık. Sakince, çantamdan evin anahtarlarını çıkarıyorum. Masanın üstüne bırakıyorum. Gülümsüyorum. Hatta belki elimle yanağını okşuyorum yavaşça. “Yarın aynı güne uyanmak istemiyorum.” Bu kadar. Uçuşan eteklerimi alıp çıkıyorum. Öyle olmadı. 

Yatakta yan yana oturuyoruz. Saçım başım dağınık, üzerimde çamaşır suyu lekeli eski bir şort. Televizyondaki maçı izliyor. Yeni sevişmişiz. Güzel değilim. Kararlı bir sessizliği bozamıyorum, her zamanki kadar gevezeyim. Gözlerim kızarmış ağlamamı tutmaktan. Bir anda gereksiz şekilde yüksek bir sesle bağırıyorum: “Git artık, rica ediyorum defol git” Evet. O ne yaptı peki? Gitti. Sonra da ben gittim. Ama ben annemin evine gittim, bu yüzden sayılmaz. O da söylememi bekliyormuş herhalde. Filmlerdeki gibi on dakikada bütün eşyalarını topladı, kapıyı çarpıp gitti. Ben onun yerinde olsam “Su faturasını ödedik mi?” diye kontrol edip sahneyi mahvederdim. 

“Git.” Basit bir kelime. İşte o sırada aklımdan geçenlerin bir listesi: 

“Bu kadar yıl boşa mı harcandı? En azından artık kendi çamaşırlarımı yıkacağım. Seviyor muyum onu? İyi de kira kontratı onun üzerine nasıl olacak? O beni seviyor mu? Annesi çok üzülecek. Artık kimsenin bir şeyi değilim. En son ne zaman regl olmuştum? Televizyonu o mu almıştı ben mi? Gider mi ki öyle dedim diye? Ne istiyorum? Ne istiyor? Ne zamandır aynı şeyi istemiyoruz? Arkadaşlarımızı nasıl bölüşeceğiz? Artık kimsenin bir şeyi değilim. Evet, bitti.” 

Kimsenin bir şeyi olmamak… Yani tek başıma kalmak. Nasıl olacak? Ne yapacağımı düşündükten sonra hızlıca bir hayat kurabilecek biri olmak isterdim. Onun yerine annemin evine geldim. 

Annemin evi… Annemin evi ara sıra babamın kullanabildiği ama asla tam olarak sahip olamayacağı, keyfine göre lambaları açık bırakamayacağı bir evdir. Her şeyin bir yeri vardır. Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif bile edilemez. Kesme tahtası muslukla duvarın arasındaki boşlukta durur. Poşetler annemin elleriyle ördüğü yün bir bebeğin kıçından içeri sokulmak suretiyle muhafaza edilir. Babam evin içinde kendine küçük alanlar açar. Misafir odasındaki çekyatların içine tamir aletlerini yayar. Bir balkonu tamamen emeklilik sonrası bunalım sürecinde tuhaf tamir işleri yapmak için kullanıp sonrasında da işgalini sürekli hale getirmiştir. Tuhaf olan o ikisi sınırlarını biliyor. Annemin nerde bitip babamın nerde başladığı aralarında sözsüz bir anlaşmayla imzalanmış. 

Ben bu eve ait değilim. Sonra başka herhangi bir eve ait olabildim mi biliyorum ama yine de burası hiçbir zaman benim evim değildi. Ben misafir bile olamamıştım. Annemin her akşam özenle suladığı çiçekler gibiydim daha çok. Ne ben kendimden başka bir şey olmayı sevdim ne de o menekşelerin aslında o kadar su istemediğini fark edebildi. Ama işte… Buradayız. Annem, annemin çiçekleri, babam, babamın içinde gizlediği öfkesi ve ben. Bir de benim unutmaya çalıştığım bir gidiş. Hep birlikte oturduk, bir şeylerden tiksiniyoruz. Bu arada kabak çekirdeği yiyoruz. Ben içlerini ağzımda biriktiriyorum. Annem gazozum bittikçe dolduruyor. Anne, biliyor musun küçükken eski evdeki odanın penceresinden her sabah aynı saate gazozcu geçerdi. Bisikletle sürdüğü bir dükkanı vardı. Ben çok özenirdim o adama, gazozcu olmak isterdim. Bir kere sana anlatmaya kalktım, dinlemedin, bir gözün televizyonda gazoz doldurdun. İyi kadınsın aslında, biliyorum. Çünkü hepimiz aslında başkalarıyız, yani demek istiyorum ki olduğumuz kişiden, göründüğümüz gibi değiliz yani diyorum. Siktir et. Bak Bizim Aile başladı, sesini aç da izleyelim. 

Burada biraz kalırım galiba. Çünkü başka nereye giderim bilmiyorum. Asla dönmeyeceğimi sanıyordum. Orada geçirdiğim beş yılı buraya asla dönmemek üzerine kurmuştum. Sonra da ona asla git diyemeyeceğimi sanmaya başladım. Çünkü orada geçirdiğim beş yılı onun gitmemesi üzerine kurmuştum. Sonra gitti. Artık kimsenin bir şeyi değilim. Eve döndüm. “Dönmek” de tuhaf bir kelime. İnsan bir eve dönmek için en azından bir kere o eve sahip olması gerektiğini düşünüyor. 

Arada gelen giden oluyor. Akrabalar, komşular, eş dost filan. Kapı ağzında konuşurken anneme otuz yaşındaki kızının durup dururken niye geldiğini soruyorlar. Annem lafı geçiştiriyor. Ama en son Latife hanım teyze, annemin sinirli bir anına denk geldi. “Size ne be! Canı istemiş gelmiş, size hesap mı verecek? Anası babası burada, evi burada, ne olacaktı? Tabii gelecekti!” Bunları benim duyabileceğim kadar yüksek bir sesle söyledi. Yani diyor ki bana: “İlla ki gelecektin yavrum.  Ne olacak sandın? Öyle uzaklarda, akşamları ben sana portakal soymuyorken ne kadar dayanabilirdin? Paşa paşa döndün evine. Daha kendi bokunu temizleyemezsin sen.” Demiyor ama diyor. Ah be anne, gelmedim ben. Portakalı sevmem zaten. Dişlerimi kamaştırıyor. Öyle temelli gelmedim. “Temelli” de kocaman bir kelime, insan söyleyince altından kalkamıyor. Temelli değil. Bir süre kalacağım sadece. Ne kadar bilmiyorum. Ona git dedim anne, anlıyor musun? Bak yine büyük bir kelime. Kelimeleri söylediğimizde öylece havada kaybolmuyorlar anne. Bir sonuçları oluyor. Senin söylediklerinin de benim söylediklerimin de.  

Babam akşamları sessiz oluyor. Gündüzleri ise bazen oturduğu kahvehanenin önünden geçerken ağzını doldura doldura ettiği küfürleri duyuyorum. Neden geldiğimi sorup duruyor. Annem tek kelime etmemişti, çünkü zaten döneceğimden emindi. Babam burada yaşamanın bir yolunu bulup bulmadığımı merak ediyor. Böylece gitmemek için bir sebebi olacak. Gitme baba. Bu gitme meselesini kapayalım artık. O sana git demeyecek, sen de gitmeyeceksin. Her şeye gözlerini kapatacak ve sorun çıkartan her şeyi çamaşır suyuna bastıracak. Mesela herkese borcun varken, hiçbir sebep yokken gidip aldığın meyve sıkma makinesine tahammül edecek. İçki içtiğinde bağıra çağıra söylediğin şarkıları sevecek. Emekli olmasına rağmen eline tek kuruş geçmeden, bütün paranın senin çektiğin kredilere gidiyor olmasını daha çok yemek yaparak unutacak. Sevgini göstermemenin konusunu hiç açmayacak. Çok canı sıkılacak, kendini değersiz hissedecek ama belli etmeyecek. Sen de hiçbir yere gitmeyeceksin. Ben söyledim baba. Bir anda. Ve bir anda kendimi nasıl hissettim biliyor musun, hani böyle….

Babam beni pek önemsemez. Orada olduğumun farkına varmaz bile bazen. İletişimin belirli kuralları onun için hiçbir şey ifade etmez. Canı istediğinde susar, cümleyi öylece bırakır. Biri ona bağırmaya, kavga etmeye başlarsa “çok acil bir işim vardı” deyip kaçar oradan. Çok acil bir işi yoktur. Zaten acelesi olanlar gibi de kaçmaz. Yavaşça, yayıla yayıla yürür. On yıldır belirli bir ısrarla büyüttüğü göbeği yol açar ona yürürken. Annem ve babam. Bir de ben.

Aslında her şey olması gerektiği gibiydi. Herkes nasıl yapıyorsa bu birilerini sevme işini, tam olarak öyle yaptım. Önce hoşlandım, sonra aşık oldum, ikinci yıldan sonra aynı evde yaşamak iyi bir fikir gibi göründü. Birbirimizi çok sevdiğimizi hep söyledik, artık o kadar sevmiyor olduğumuzda bile. Ben onun yemek yerken ağzını şapırdatmasına sessiz kaldığım için, geceleri çok dönmeme tahammül etti. Bir keresinde “Nasıl bu kadar uzun süre yürüttünüz ilişkiyi?” diye sormuştu birisi. Ona uzun uzun ilişkinin sırlarını anlattık. Ezberlemiştik artık galiba. Ya da anlattığımız gibi davrandığımızı düşünmek daha kolaydı. Düşününce ikimiz de birisi olmaktansa birinin sevgilisi olma fikrini daha güvenli bulmuştuk. Bu yüzden döndüm. Burada kimse olmam gerekmiyor. 

Ben neden “git” dedim? Yorulmuştum. Ama sebep bu değildi. Yalan söylüyordu. Herkes yalan söyler. Aldatıyordu beni, gözlerimle gördüm. Bir önemi yok, sadakat biraz şişirilmiş bir şey zaten. Ehlilleşmiştim. Sevdiği bütün yanlarım teker teker yok oluyordu. Sevdiğim bütün yanlarım. Kavga ediyorduk, karşı çıkıyordu. Sonra söylediğini kabul ettirene kadar bağırıyordu. Ben de o uyuyunca su faturasının üzerinde yazan adına bakıp kendime onu sevdiğimi söylüyordum. Olsun, sebep bu da değildi. Bunlarla baş etmeyi öğrenmiştim. Her şeyi çamaşır suyuna basmak. Biraz deterjan kokusu çekmek içine şöyle derin derin. Ağlayacaksan hemen gidip soğan doğra. Başka kim sevsin ki seni? Ne münasebet canım, hiç de fena biri değilim. 

çekirdek içi

En son gece pencereden sokağa bakarken, elektrik direğine bir köpeği bağlayıp bıraktıklarını fark ettim. Hayvan saatlerce havladı, ağladı, yorgun düştü. Alırlar diye bekledim, kimse gelmedi. Biraz ekmek içiyle aşağıya indim. Günlerdir açmış gibi yedi. Ayaklarıma kafasını dayadı, teşekkür etti resmen. Sonra bildiği tüm numaraları gösterdi. Bir ara kafamı kaldırıp bizim pencereye baktım. Orda durmuş, beni seyrediyordu. Oradan durmuş beni seyrediyordun. Aşağıya inmedin. Mahalleden birkaç çocuk gelip sıcak bir evde yatsın diye aldılar hayvanı. Yukarı çıktım. Hiçbir şey konuşmadık. Merak edip sormadın bile. Sen bir şeylerle oyalandın, ben seni izledim. Sonra seviştik. Yani sen benimle seviştin. Sonra ben sana “Git” dedim, “Rica ediyorum defol git.” Sen de gittin. 

Dün eşyalarımı toplayıp annemin evini ve babamı bıraktım. Biliyorum, birlikte yaşayacaklar. Zaman geçecek, bir şekilde birbirlerini öldürecekler. Orada kalamazdım. Gidip bir ev bulmam, birisi olmam, o köpeği sahiplenmem lazım. O da beni sahiplenir belki. Birbirimize ekmek içi ikram ederiz. Kabak çekirdeklerinin içlerini ben ayırırım, ağzımda biriktiriyorum ama sorun olmazsa yarısını veririm sana. İyiyim. 


Bizi takip etmek ister misin?

Kategori: