15 Haziran Cumartesi sabah 07:30. Güzelim uykumdan, beni yataktan mancınıkla fırlatan bir ses ile uyandım. Ne olduğunu anlamaya çalışırken bir yandan da uyku sersemliğinden olsa gerek “herhalde öldüm bunun şokunu yaşıyorum” dedim.
Eğer öyleyse hiç yeri ve zamanı değil. Jennifer Aniston, Ahmet Necdet Sezer, Kate Upton ve ben yeni film projemiz hakkında boğazda çok güzel bir yemek yiyorduk. “Göklerden gelen bir ses sana ne diyor dinle!” diye haykıran gaip ses bana bunu hissettirmişti. Zaten bu aralar saçma sapan ölüme benzer korkularımın arttığı bir zamanda neyin nesiydi ki bu! Üst kattan “Necdet Kayaç, 1954 Lefkoşa, Emret komutanım!” diye gelen gururlu bir ses aradığım soruya ve kafamın içindeki gereksiz endişeye cevap olmuştu.
Başlamıştı yine bizim apartmanın “Milli Şef’i!”
Sesler biraz daha şiddetini arttırınca dayanamayıp üst kata çıktım, sese yaklaştıkça bunun bir marş olduğunu anladım. “Türk vatanı üstünde, sönmez güneşsin seen…” eşliğinde müziğin boşluklarını yakalamaya çalışıp zile basmaya başladım, aksi takdirde Necdet Amcaya ulaşmak imkansızdı.
Nihayet marş bitmiş, kapıyı açmaya doğru uygun adımla yürümeye başlamıştı. Üstünde üniforması ile karşıladı beni Necdet amca. Onun bu derecede resmi karşılamasına karşın benim üzerimde sadece Rick&Morty tişörtü ve penguenli pijama vardı. Aramızdaki kuşak farkı her halimizden belliydi. Bir küçük sorun vardı, o da yaşlanmıyordu şef ya da kabullenmiyordu demek daha doğru olur. Kalın kaşlarını çatarak beni süzüyor, vereceği tepkinin dozajını düşünürken kısa bir anksiyete yaşatan o bakışların yerini, kısa bir süre sonra sevimli dede bakışları alıyordu. Beni sevdiğini biliyorum, balkonda çok tavla oynamışlığımız, sohbet etmişliğimiz var. Ben iş için Kıbrıs’a gittiğimde bile hemen hemen her gün telefonla görüşüp Şef’e Rum çeteler hakkında malumat veriyordum.
“Ooo bitli piyade günaydın!”. Neşeliydi. Çok şükür sevecen tarafıyla selamlaştım. Ama durur muyum?
“Ya Necdet Amca, Allah aşkına sabah sabah… Savaş çıktı sandım yataktan fırladım. Biraz sesini kısabilir misin lütfen?”
“Harbiye Marşı bu aslanım! Adamı böyle yapar işte!”
Dünyanın çeşitli ve kişiden kişiye değişen zorlukları vardır ama rütbeli emekli askerle, makul bir zeminde anlaşmak en zorudur. Onların kahramanlık hikayeleri, günümüzün sosyal medya storylerinden daha kıymetlidir ve son nefeslerine kadar tedbiren hazır olmak zorundadırlar.
“Şefim yarın bayram, biraz dinlenmem gerekiyor, bir yudum uykuya ihtiyacım var. Yalvarırım.”
Şefim demem onu o kadar mutlu ediyordu ki yüzünde güller açıyordu.
“Bırak ulen uykuyu, gel gel, balkonda çay içeceğim yarenlik edersin.”
Eyvah ki ne eyvah… Ben yine, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’nı, 80 darbesini, 90 muhtırasını dinleyemem diye içimden geçirip reddetmeye karar verene kadar, balkondaki yerimi almıştım bile.
Çayları koyarken hemen konuya girmişti.
“Yarın bayram diye bu gece çoluk – çocuk, torunlar falan gelecek. Bayram namazından sonra Paşa’nın karşısında tekmil verecekler, etrafı düzenledim biraz.”
Çaydan bir yudum alırken salona göz gezdirdim, hala benden daha derli toplu oluşu can sıkmıyor değil.
“İyi yaptın şefim” dedim, gözlerim çapaklı…
“Geçen senden bir şey isteyecektim aslında. Benim şu en küçük torun için… Bu bayram Gençliğe Hitabe’yi okuyacak, ya velet kaç yaşına geldi hala r’leri tam söyleyemiyor. Fakr-u Zaruret diyemiyor!* Hâlâ fak yu zaruyet diyor. Sen tiyatrocusun bir yardımcı olsan he? ”
Haydaaa… 6 yaşındaki bir çocuğun r’leri söyleyememesinin belki de artık yaşıyla alakalı olmadığını mı anlatmaya çalışayım yoksa temel ihtiyaçlarımı karşılamak için meslekten uzak kaldığımı mı ya da belli yaşın üstündeki bu kıymetli kuşağın yarattığı dilemmayı mı? Üstelik sabah sabah, aklım hâlâ yataktayken…
“Ne diyorsun piyade?” sorusu ile irkilip cevap vermem gerektiğini fark ettim.
“Belki de haklıdır, Şefim” dedim. Anlamadı…
Yine ara ara beyazların olduğu kalın kaşını çattı.
“Şefim, kaç zamandır, mecburen tiyatrodan uzaklaştım. Oyun izlerken bile bazen tetikleniyorum.” -Biliyorsunuz bu tip durumlar için “tetikleniyorum” demek moda oldu artık.-
Şef, tetikleniyorum’u bahane olarak kabul etmeyecek belli kaşlar hala aynı sertlikte…
“Belki Fak yu Zaruyet demeyi tercih ediyordur.” Diyerek kestirme yol arıyorum.
“Baksana kim memnun hayatından? Herkes, hepimiz mecbur kalıyoruz bir şeylere… Ya hayatta kalmak için hayallerimizden vazgeçiyoruz mecburen ya da sevmediğimiz işi yapıyoruz. Ne bileyim, en basiti sen şef… Sen de mecburen burada yaşamıyor musun?”
Gelini, her sabah içtimaya kaldırdığı için Şef’in huzurevine gitmesini istemiş, oğlu Talat ağabey karısı ile babası arasında kalmamak için onu üst katımıza baş tacı etmişti.
Şef’i istemeden de olsa duygulandırdım sanırım, uzaklara daldı, düşündü. Sadece “Haklısın, öyle.” diyebildi.
“Ben bile, yataktan fırlatılıp yanına ışınlandım şef. Düşün. Şimdinin çocukları cin… Teknolojiye doğuyor. Doğrusunu bilmediğinden değil, doğrusunun o olduğunu düşündüğü için bile diyor olabilir. Takma kafana, zamanla düzelir.”
Eski sahne yeteneklerimden çok bir şey kaybetmedim galiba. Müthiş oynadım Şef’e. 6 yaşında annesinin şımarttığı, babasının her dediğini yaptığı bir veletle uğraşamam demek yerine daha edepli ve daha akıllı bir yol buldum bence. Ama Şef’i istemeden de üzdüm galiba. İçim sıkıldı. Ayaklı tarih gibidir Şef. En yaşlı arkadaşımın bir şekilde gönlünü almalıyım diye düşündüm.
Çayımdan son bir yudum alırken müsaade istedim, Şef bu kez hiç zorlamadan kapıya kadar uğurladı beni. Kapıya vardığımda dönüp elini öpüp “Şimdiden bayramın kutlu olsun Şefim. Bayramda buralarda olmayacağım ama döndüğümde sende müsait olursan bana şu Milli Şef dönemini anlatmanı isterim” dedim.
Yine yüzünde güllü motifler açmıştı. Sevinmişti ihtiyar. Sarılıp ayrıldık.
Alt kata inerken bir anlık gazla söylediğim şeyin artık geri dönüşü olmadığını fark ettim.
Necdet amca ile günlerce sürecek olan Milli Şef dönemi, çeşitli siyasi süreçler gibi ağır, insanı dinlerken bile yoran militarizm kokulu tek kişilik bir gösteriye tek kişilik bilet almıştım… Üstelik tek seyirci benim… Vicdanıma yenik düşüp mecburen yapmıştım bunu…
Uykum kaçtı!
Şimdi balkonda kederli kederli sigara içiyorum…
Allah kahretmesin seni velet sana katılıyorum, Fak Yu Zaruret!
*Fakr-u zaruret; Mecbur kalmak, zorunda olmak, ileri derecede yoksulluk sebebiyle mecbur bırakılmak…
Sen, ben gibi.