Hayalimdeki mesleği seçmedim. Üniversite sınavından önce ishal oldum, sınavda sıçtım. Puanım grafik tasarıma yetiyordu. Hem de sadece özele. Bu E5’e yakın, apartman üniversitelerden biri. Ama yüzde yirmi beş hoşgeldin bursu var. İhtiyar, “canın sağolsun” dedi, kaydoldum. Sağolsun kalan yüzde yetmiş beşi ödedi. Sonra bir de iş buldu. Burada, dernekte, şu an oturduğum koltukta.
Aslında iyi bir öğrenci sayılırdım. Tasarım gözüm varmış, öyle dediler. Başlarda biraz bocaladım ama sonra işi sevdim. Programları da öğrendim. Photoshop’um iyidir. Illustrator’da şov yaparım. Önce reklam sektörüne girmeyi düşündüm, pek sarmadı. Benlik ortamlar değil. He dernek çok mu benlik ortam? O da değil. O benim ihtiyarlık ortam. Buradakiler zaten hep onun arkadaşları, bir de onların çocukları.
Dernekle ilk ciddi tanışmam Somali’de oldu. Etkileyici bir deneyimdi. Hayatımın ilk yurt dışı seyahati. Bir ara ağlamış mıydım sanki? Hayal meyal hatırlıyorum. Oraya kurban kesmeye gitmiştik. Tabii ben kurban kesmedim, benim asıl görevim afiş ile ilgiliydi. Hayır, henüz afişi tasarlamak değil, onu tutmak. Ama iş sadece tutmak da değil. O afişin, videoyu çeken kameranın kadrajına mutlaka ama mutlaka girmesi gerekiyor. Eğer derneğin adı videoda görünmezse bizim bütün kurbanlar boşa gidiyor. Çünkü kanıtlayamadığın kurban, kurban değildir gibi bir şey sanırım. Onları da anlıyorum. Bir sürü insanın vekâleti var, güvenmişler derneğe, para vermişler. Sen rastgele bir video göstersen adamlara nereden bilecek onun kendi kurbanı olduğunu? Her sivil toplum kuruluşu gibi bizim de öncelikli ilkemiz şeffaflık ve güven.
Memlekete dönünce iş tanımım biraz daha netleşti. Önce Somali videolarının kurgularını yaptım. Beğenildi. Bana bir bilgisayar tahsis edildi, bir de devasa bir stok görüntü arşivi. Derneğin bütün tasarımlarını artık ben yapıyordum. Masa başı, tam zamanlı, maaşlı, sigortalı bir iş. Tamam, maaş diğer seçeneklere göre biraz düşüktü ama bu kabul edilebilir bir şeydi. Çünkü iyi bir şey yapıyorduk. Sonuçta burası bir yardım derneğiydi. Bir iyiliğin ucundan tutabiliyor olmak, bana dünyada yerimi bulmuşum gibi hissettirdi. En azından gerçek bir karşılığı vardı, olacaktı. “Veren el ile alan eli buluşturarak yeryüzünde hayır imkanını çoğaltmak” Evet misyonumuz buydu. Yani ilk iş günümde Musab Abi öyle söylemişti. Musab Abi karizmatik bir adam. Derneğin başkan yardımcısı. Daha önce bir süre kurumsal yerlerde çalışmış ama “burada olmanın nihai kertede daha anlamlı bir hareket” olduğuna karar vermiş. Kibardır. Giyimine, kuşamına, temizliğine çok dikkat eder. Arabası hep pırıl pırıldır mesela, bir kere beni eve bıraktı. Bu titizliğini işe de yansıtıyor. Her detaya takılır, bütün tasarımları tek tek kontrol eder. Bazen benim stokta bulduğum görselleri beğenmez, değiştirir. Fırtına gibi revize yağdırır. Ama bazen bunun sadece bana özel bir durum olduğunu düşünüyorum. Çünkü Osman’ın filmine en ufak bir eleştiri gelmedi. Osman, Musab Abi’nin sonradan yönetmen olan bir arkadaşı. Arada sırada buraya gelirdi, bir de civardaki çay ocaklarında çok görürdüm onu. Sonra meşhur oldu. Ona bir tanıtım filmi çektirmişler. Çok beğenildi, gözyaşları sel oldu aktı. Ben pek ağlamadım. Gönüllü çalışanlar genelde duygusal oluyor.
Son üç yılda sayamadığım kadar çok iş yaptım. Posterler, afişler, bilboardlar, el ilanları, web siteleri, fotoğraf editleri, yeri geldiğinde video altlarına uygun müzik koymalar, kenara oraya buraya şuraya logo eklemeler, yetimhane görselleri, binlerce Afrikalı kadın ve çocuk, mütebessim abiler, ağlayan anneler, gülümseyen çocuğu dekupe edip önüne mutlu bir kurbanlık koç eklemeler… Hatta bir kere stok bir Afrikalı çocuk buldum, önüne bir çeşme ekledim, sonra avuçlarını açıp suyu ellerinden akıttım, çocuğa da inanılmaz tatlı bir gülümseme koydum, bu yeni yapay zeka eklentisiyle. Bire bir gerçek gibi oldu, su bayağı ellerine değiyordu. Musab abi çok beğendi. Dedim size Photoshop’um iyidir.
Bir sene kadar önce bileğimden koluma doğru bir uyuşma başladı. Önce geçer dedim, geçmedi. Doktora gittim, bir şey bulamadı. Çok fazla bilgisayar başında oturduğum içinmiş herhalde. Karpal Tünel sendromu olabilirmiş, meslek hastalığıymış. Çok aşırı çalıştığımı düşünmüyorum aslında. Sadece ramazanda ve bayramlarda yoğunluk oluyor. O zamanlar ofiste sabahlıyorum. Bir de olağan dışı gelişmeler olduğunda. Bu Filistin’deki katliam gibi.
Elbette hepimizin gündeminde olan bir konu. Bu nedenle Ekim ayından beri ofiste ciddi bir yoğunluk var. İlk haberlerler geldiğinde herkes buraya toplandı. Dualar edildi. Derneğin başkanı, Musab Abi’nin babası, Mustafa Amca da geldi. Gönüllüler bir anda üç dört katına çıktı. Tabii benim işler de. Neredeyse yüzlerce sosyal medya postu hazırladım. Bilgisayarın masaüstü, proje dosyalarını atmaktan felç oldu. Onları bir klasöre toplayacak vaktim bile yoktu. Bir gece Musab Abi konsolosluk önüne gitti. Beni de çağıracaktı ama işleri yetiştirmem lazımdı. Gece yarısı geri döndü. Bir takım nereye bağlı olduğu bilinmeyen genç, haklıyken haksız duruma düşülecek hareketlerde bulununca gaz atılmış, Musab Abi de etkilenmiş. Geldiğinde tam bir kahraman gibi karşılandı. İlerleyen haftalarda da arada sırada derneğe uğrayan bir kızın gözaltına alındığı haberi geldi. Birkaç gün sonra çıkmış. Uğradı yine buraya, o pek kahraman gibi karşılanmadı. Sonra kendisini bir daha görmedik zaten. Çay sohbetlerinde adı geçince konu değiştirildi.
Ben aslında yoğunluktan şikayetçi değildim, ama yine de yanıma bu oğlanı verdiler. Furkan; yeni imtihanım. Aslında özünde iyi bir çocuk. Sadece biraz iletişim problemi var. Grafik tasarım öğrencisi. Yirmi yaşında, benden beş yaş küçük. Babası zorla yollamış, adam olsun diye. Hayır bir kusurunu görmedim. Adam edilecek bir tarafı da yok bana göre. Sadece biraz değişik işte. Çözemiyorum. Çünkü konuşmuyor. İş verince yapıyor ama çok ağır. İsteksiz olduğu belli. Stajyer olduğu için para da vermiyorlarmış buna. Benden iş öğreniyor. Bir an önce öğrensin istiyorum çünkü son kampanyanın içinden çıkamıyorum; “Filistin İçin 100.000 Sms”
Musab Abi ve diğerleri bu kampanyaya çok önem veriyor, ama smsler beklenenin altında. İnsanlar duyarsızmış. Ne hale gelmişiz biz böyleymiş. Bak Avrupa’nın bilmemneresinde bile falanfilanmış. Bana kalırsa insanlarda sıkıntı yok, sadece hedef biraz yüksek. Yani sonuçta bir sürü vakıf falan var insanlar oralara da sms atıyor. Ama Musab Abi aynı fikirde değil. Benim tasarımlarımın yeterince teşvik edici olmadığını düşünüyor. Geçen akşam odaya geldi:
“Ne yaptın çocuğu?”
Hemen yanımda oturan Furkan onu görünce, elindeki mütemadiyen Twitter kaydırdığı telefonu bırakıp bilgisayara bakarmış gibi yaptı. Ben, yüz bin proje arasından hangisini kastettiğini anlamaya çalıştım;
“Hangi çocuğu abi?”
“Ya var ya son yaptığın. Oğlum son çıkacaktık ya? Şey ya işte bul onu…”
Masaüstünü telaşla aramaya başladım. Son projeyi buldum;
“Bu mu abi?
“Evet bu. Niye adamla çocuk siyah beyaz burada? Fontlar da bu değildi. Oğlum sen yaptığımız işin farkında mısın?”
Stres seviyesi yüksekti, bir yandan o da Twitter kaydırıyordu. Ama Furkan gibi boş boş kaydırmıyordu. Çok takipçili bir hesabı vardı. Stresi dengelemeye çalıştım;
“Renklendiririz abi sorun yok.”
“Tamam, yarın çıkacağız bunu o zaman, bugün geçti. Haydi Allah kolaylık versin gençler.”
Hızla çıkarken koridorda sesi yankılandı:
“Yarına hepsi hazır olsun bak İsmail’le konuştum o da rt’leyecek.”
Bir süre Furkan’la ekrana baktık.
“Kendi siyah beyaz istememiş miydi?” diye sordu Furkan. Öyleydi ama fikirler değişebiliyordu işte. Ben her zamanki gibi çözüm odaklı olma taraftarıydım. Görseli nereden bulduğumu hatırlamıyordum. Arkada bombalanmış, yıkılmış evler. Önde bir baba. Yaralanmış, belki de ölmüş çocuğunu kucağına almış. Adam perişan halde, ağlıyor. İkisi de toz içinde.
“Bak şimdi” dedim Furkan’a, “Adamla çocuğu seçeceğiz, onları renkli yapacağız, arkaplan siyah beyaz kalacak. Etki artar böyle.”
Bana garip bir bakış attı. Uzun süre çalıştığımız için yorulmuştu muhtemelen.
“Anladın mı kardeşim?”
Cevap vermedi. Ama onunla uğraşamazdım şimdi. Tam elimi bilgisayara doğru götürüyordum ki yine başladı. Bu kez çok şiddetliydi. Sağ bileğimden böyle göğsüme hatta çeneme doğru bir uyuşma.
“İyi misin abi?” diye sordu Furkan. Az önce ona kıl olduğum için bu sefer de ben cevap vermedim. Kolumu aşağı sarkıtıp salladım. Uyuşma geçmedi. Hatta daha da yayılıyordu. Yine de gücümü toplayıp işe döndüm. Babayla çocuğu orijinal rengine döndürdüm. Üzerlerini iyice kirlettim. Adamın gözlerine biraz daha yaş ekledim, suratındaki çizgileri kalınlaştırdım. Dramatik bir etki oluştu böylece. Çocuğun başından aşağı hafif bir kan süzdürdüm. Gerçekten ödüllü bir filmin afişine benzemişti şimdi.
“Sence bu çocuk ölmüş müdür, yaşıyor mudur” diye sordum Furkan’a.
Yine boş boş baktı. Öldüğüne kanaat getirip çocuğu biraz daha beyazlattım. Sonra aklıma bir şey takıldı. Hemen Musab Abi’yi aradım, çünkü bu tarz soruları ona sormamız gerekiyordu. Telefonu açtı, “Abi yüz bin yazıyla mı olsun, sayıyla mı kalsın?” Biraz durdu, “sayıyla” dedi, kapattı. Durumun aciliyeti buradan belliydi, çünkü normalde babasına sorar, onun cevabına göre ilerlenirdi. Sol üstteki “KATLİAM” yazısı için de ben insiyatif aldım. Kırmızıya boyadım, hatta üzerinden biraz kan akıyormuş gibi bir efekt kullandım. Bence güzel olmuştu. Onay almak istedim;
“Ne diyorsun Furkan, güzel oldu mu?”
Çocuğun midesi ekşir gibi oldu, erkana bakmıyordu;
“Biraz hava alalım mı abi?”
Düşündüm, haklıydı. Saatlerdir bilgisayar başındaydık ve renkler, harfler birbirine karışmaya başlamıştı. Ayağa kalkmaya çalıştım ama başaramadım. Sol bacağım… Yerinde yoktu. Yani uyuşma falan değil bu, uyuşmada yine biraz his oluyor, bacağım basbayağı yerinde yoktu. Oğlan durumu fark etti, koluma girdi. “Çok oturdum ya ondandır” dedim. Öyle olmadığını biliyordum. Zor bela ayağa kalkıp olmayan bacağımı ovalamaya başladım. Hafif bir his gelir gibi oldu. Kolumda Furkan’la topallaya topallaya mutfağa gittik. Çay demledik. Çöpü kontrol ettim. Geçen gün Musab Abi çöpte KitKat görüp hepimizi fırçalamıştı. Boykot konusunda çok dikkatli, hepimiz öyleyiz. Bir süre konuşmadık. Furkan telefona, ben duvara baktım. Uyuşukluk biraz geçmişti. Çatı katında ufak bir terasımız var, çayları alıp oraya çıktık. Furkan, suratında biraz ferahlamış bir ifadeyle;
“Güzel esiyor abi” dedi.
Anlamadım. “Ne?”
“Rüzgar güzel esiyor.”
Baktım, ikimizin de saçları dalgalanıyordu. Ama rüzgarı hissetmiyordum. Çaktırmadım. Furkan bir sigara yaktı, bana da uzattı;
“Bir şey yapmak lazım” dedi.
Anlamadım. Üst üste iki kere anlamadığımı belli etmemek için bir şey de demedim. Sigarayı yakıp manzaraya baktım. Kafamda, dönünce adamla çocuğun kontrastını biraz artırmam gerektiği fikri dolaşıyordu. Renkler daha belirgin olmalıydı. Bu sırada cılız bir hıçkırık duyup döndüm. Furkan ağlıyordu.
“Ne oldu oğlum?”
Hiç tepki vermedi, sakince ağlamaya devam etti. Bir süre onu izledim. Ağlayan insanları görünce kitleniyorum. Yani, uzun zamandır böyle sanırım. Eskiden ben de ağlardım galiba. Ne ara böyle oldum? Düşündüm, düşündüm, düşünürken artık ağlaması dinen Furkan’ın sesini duydum;
“Çocukken sana Ağaç Okul’u okutmuşlar mıydı abi?”
Hiç yabancı gelmedi. Ama hatırlamıyordum. Neydi?
“Ben onu okuduktan sonra” dedi, “çantamı toplamışım. Bir şişe su, bir battaniye, bir de oyuncak arabamı koymuşum. Afganistan’a gideceğim diye evden çıkıyormuşum. Tam kapıdan çıkarken annem durdurmuş beni.”
Yok. Hiçbir şey hatırlamıyordum. Sanki biri, tarihin ortasında beni dünyaya atmış gibiydi. Üniversite sınavında altıma bıraktığım boka benziyordum. Çenemdeki uyuşukluk dilime doğru yayıldı.
“Bir şey yapmak lazım abi” dedi tekrar.
Uyuşma kafamın içine doğru ilerliyordu sanki. Konuyu bile yakalayamıyordum.
“Bak yine hastane bombalamışlar.”
Tamam, yakaladım. Videosu var mıydı acaba, kullanırdık.
Uzun bir süre durduk. Sigaraları uç uca ekledik. Ben çayımı bitirdim, Furkan elini sürmedi.
“Sen hep böyle miydin abi?”
Nasıldım Furkan? Ne bileyim oğlum ben hatırlamıyorum bir şey. Herhalde ona öyle donuk baktım ki cevap vermemi beklemeden konuşmaya devam etti.
“Hiç seni adam etmeye çalışmadılar mı?”
Düşündüm. Kendimi topladım ve gerçekten düşündüm. Yok. Hayır. Hiç beni adam etmeye çalışmadılar. Bana işimi söylediler ben de yaptım. Ama iyi bir şey yaptım. İyilik için yaptım. İnsanlar bundan yarar gördüler. Belki acılarını dindirmelerine vesile oldum. Reklamcı mı olsaydım? Bu kısmı Furkan’a söylemeliydim;
“Reklamcı mı olsaydım?”
Çocuk zekiydi. Lafın ortasından da girsem anlıyordu.
“Şimdi nesin abi?”
Neyim? Ne diyor lan bu? Dur. Beni çektiği yere gitmemem lazım. Niye? Öyle işte. Ulan Furkan iki aydır ağzından bir kelime laf alamadık şimdi konuşacağın mı tuttu? Hayır bir dakika, bir dakika. Suratındaki ironik gülümsemeye yumruk atmadan önce onunla konuşmalıyım.
“Furkan ne istiyorsun oğlum? Kalkıp Gazze’ye mi gidelim? Var mı öyle bir imkan? Elimizden gelen bu, bunu yapıyoruz. Bak milletin umurunda değil hiçbir şey. Bizim öyle mi? Biz bir şey yapıyoruz oğlum.”
Tam bu sırada Musab Abi aradı, meşgule attım.
“Yani Starbucks’tan kahve de alabilirdik. Değil mi? Bir sürü insan var böyle. Ama biz bir hayra vesile olmaya…”
Dilim iyice uyuştu, bitiremedim.
“Ezberini unuttun abi” dedi. Güldü. Sinirlendim. Yok hayır, sinirlenemedim. Sinirlenmek istedim ama sinirlenemedim. Karaya vurmuş bir deniz anası gibi içime içime eriyordum. Bu velet bu cüreti nereden buluyordu? Kıskanmak istedim, onu da beceremedim.
“Ben” dedi, derin bir nefes aldı;
“Ben böyle olmak istemiyorum. Sizin gibi olmak istemiyorum. Sen Musab Abi olacaksın, Musab Abi Mustafa Amca olacak. Ama ben, siz olmayacağım.”
Yaşının verdiği alevli bir cesareti vardı. Tavrını hiç değiştirmeden devam etti:
“Belki şimdi bana gülüyorsun içinden. ‘Oğlum biz de o yollardan geçtik’ diyorsun. Merak etme herkes aynı şeyi diyor. Adam edilmek demek bu demek zaten. Seni suçlamıyorum, ama sana üzülmüyorum da.”
Üst üste bilmiyorum kaçıncı sigarasını yaktı. Belki benden bir karşılık bekledi. Belki benim kendime üzülmemi bekledi.
“Vallahi seni suçlamıyorum abi. Ben sadece kendime bir yol bulmaya çalışıyorum. Çünkü ben rahat edemiyorum. Herkes rahat, bunu biliyorum. Herkes elinden geleni yapabildiği için çok rahat. Bir yerlere koliler gittiği için rahat. Çizgilere basmadan yürüyebildiği için rahat. Nereye hesap vereceğini bildiği için rahat. Ben sadece… Ben sadece tek bir yere hesap verebilmek istiyorum. Bunun için adam olmamam mı lazım? Olmam o zaman. Her gün parçalanmış insanlar görüp onlarla bir bilgisayar ekranında küçük oyun karakterleri gibi oynamam mı lazım? Yapıyorum abi zaten. Böyle küçük savunmalar geliştiriyorum kendime. Ekrana falan bakmamaya çalışıyorum. Gittiği yere kadar gider böyle. Bir noktada benden vazgeçecekler. Ben onlardan zaten vazgeçtim bile. Ama elimden bir şey, gerçek bir şey gelebildiği fikrinden vazgeçemem. O zaman ben de siz olurum abi. ‘Furkan ne yapacaksın oğlum tek başına’ diyebilirsin. Doğru. Hep anlatırlardı ya, ateşe su taşıyan karınca hikayesi… Yok işte o da değil abi. O da kesmiyor beni. Ben ateşi söndürmek istiyorum. Benden bin tane mi lazım? Olsun o zaman.”
Biraz daha durdu. Beynimin içindeki karıncaları son bir gayretle ayıklamaya çalışıyordum. Onların arasına daldı;
“Tam bu noktada şunu söylemen lazım abi, herkes öyle söylüyor çünkü, ‘oğlum Furkan, o ateşi Allah söndürüyor, sen sadece istikamet…’ falan filan işte. Yok abi, kafama yatmıyor bu. İmansız mıyım ben? Belki de. Bilmiyorum. Ben burada çalışmaya başladığımdan beri namazlarımı aksatıyorum abi. Bak bunu ilk sana söylüyorum. Vicdan azabı çekmem lazım değil mi? Çekmiyorum. Çekmiyorum Allah kahretsin. Kimsenin suçu değil bu. Siz beni soğuttunuz da falan filan, öyle bir şey değil. Değil abi. Doğru olan sizsiniz belki de. Bilmiyorum. Ama ben bir şey hissediyorum abi. Bir şey hissediyorum ve bundan vazgeçmek istemiyorum.“
Uzun süre durduk orda. Karşıdaki binaların tek tük yanan ışıklarına baktık. Sonra kalktı. Hiçbir şey söylemeden yavaş yavaş kayboldu. İçmediği çayı, içtiği sigara izmaritleri kayboldu. Ben kaldım. Başımın tepesinden, parmaklarımın ucuna kadar her yerim uyuştu. Gözümün önünden bugüne kadarki tüm görüntüler geçti. Bütün o ölmüş çocuklar, bütün ağlayan anneler, yıkılan binalar… Bir galeri olarak geçti hepsi. Dosya adlarını, formatlarını, kaç megabayt olduklarını her şeylerini gördüm. Sabah oldu, üzerime güneş doğdu. Güneşin sıcaklığı yüzüme vurmadı, ışığı gözümü almadı. Telefonun ışığı, o aldı gözümü. Baktım. Cevapsız aramalar, Whatsapp mesajları hatta smsler. Yüz bin olmasa bile çok sayıda sms. Kalktım. İçeri geçtim. Daha kimse gelmemişti. Odama hiç uğramadan dışarı çıktım. Uzun uzun yürüdüm. Kafamda üzüldüğümü, ağladığımı canlandırmaya çalıştım. Kimsenin beni bulamayacağı bir yere gitmek istedim. Arayanlar oldu, açmadım. Muhtemelen sonraki günler çay sohbetlerinde adım geçince konu değiştirildi.