Şu elimde görmüş olduğunuz küçük kitapçık T.C Anayasa’sıdır. 177 maddeden oluşur. Değişikliğe uğrasa da 1921 yılında yürürlüğe girmiştir. Coğrafyamızda ilk anayasa denemeleri Osmanlı döneminde 2. Mahmut zamanında 1808 yılında Sened-i İttifak adıyla başlamıştır. 200 yılı aşkın süredir anayasal bir yönetim oluşturma geçmişimiz var. Dünyadaysa ilk kez 1787 yılında Amerika Birleşik Devletleri tarafından ilan edilmiştir. (Aslında 1215 yılında İngiltere’de kralın yetkilerini kısıtlayan Magna Carta anlaşması da ilk anayasa çalışmalarından sayılabilir.) Dünyada anayasası olmayan ülke yoktur.
Kendimi ihanete uğramış gibi hissediyorum. Mahallede anlaştığım nadir insanlardandı Selim Abi. Lise mezunuydu, üniversite okumamıştı. Mahalledeki mobilya fabrikasında işçiydi. Boş kaldığı her vakit deli gibi kitap okurdu. Erdoğan’a aşıktı. Cuma namazlarını kaçırmazdı. Hoşgörülü, sıcak kanlı, hümanist bir abimizdi. Farklı düşüncelere saygı gösterirdi. Alkol de alırdı. Beraber oturur içerdik. Dünyaları içse sarhoş olmazdı. Birlikte içtiğimiz zamanlarda benim sarhoş olup, üstüne gitmişliğim, sınırları zorlamışlığım, incitmişliğim vardır ama onun asla sarhoş olduğunu görmedim. Alkolün gazıyla bağırdığımı çağırdığımı hatırlarım. Atatürk’ü sevmezdi. saygısızlık da etmezdi ama sevmezdi. Geçtiğimiz gün instagramda bir paylaşım yapmış: “Rabbim kimseyi kendi ülkesinin ekonomisi çöksün diye bekleyip, sevinen kansızlardan eylemesin.” Yapılan boykot çağrılarına karşı tepki vermiş Selim Abi. Dayanamayıp cevap yazdım “ben de kansız mıyım Selim Abi?” diye. Sinirlenmekten çok kırgın ve üzgündüm sanırım, ihanete uğramış hissettim kendimi.
Peki anayasa ne işe yarar? En basit şekilde şöyle anlatayım. Anayasa bir kavşaktaki ışıklandırma sistemidir. Araçların birbirlerine çarpmadan, adaletli bir şekilde yolculuklarına devam etmesini sağlayan ışıklardır. Kimin ne zaman durup ne zaman gideceğine karar verir. Böylelikle güvenli, birbirimize saygılı yolcuklar yapmamızı sağlar. Biz kırmızıda durup, diğerleri yeşilde geçtiğinde nasıl ki “ama bu haksızlık ben neden duruyorum?” demiyorsak; biz yeşilde geçerken de duranlar bize küfretmeden durabiliyorlar. Çünkü yeri geldiğinde durmanın hem kendileri hem başkaları için gerekli olduğunun farkındalar. (evet hala türlü mazeretlerle kırmızı ışıkta durmayanlar var ve orada da kanunlar devreye giriyor, cezai yaptırımlar vs.) İşte anayasa da böyledir. Hepimiz için geçerlidir. İçinde yazılı bir madde, günü gelir bizim faydamıza olur günü gelir başkasının. Mesela gün gelir İsrail’i protesto etmek için bu hakkını kullanırsın, günü gelir hükümeti protesto etmek için. Yani boykot veya protesto hakkı yalnızca işimize gelen durumlarda geçerli değildir. Zaten bir anlamda demokrasi demek birbirleriyle aynı fikirde olmayan insanların yan yana durabilmesi demektir.
Daha önce de olmuştu bu. Liseden sınıf arkadaşım Yusuf’la 2002 seçimlerini izlerken. Akp’nin ilk iktidara gelişi. Tarihin haklı tarafında olmak diye bir kavram var mı bilmiyorum ama bazen bu aklıma geliyor. Güçlü tarafında olmaktansa haklı tarafında olmayı tercih ettim. Şunu duymuştum, Brecht’in sözüydü : sen kazandın ama ben haklıydım. Bir de bir Ortaçgil şarkısında geçerdi: Yıkılan duvarlar gördüm / Coğrafyanın değiştiğini / Hiç bir şey değiştiremedi / Güçlünün haksızlığını
Aslında mesele bir seçimi kaybetmek değildi. Yaşadığım ihanet hissi bir kaybediş çöküntüsü değil. İnsanlara olan inancımın sarsılması aslında. Bu hataya elbette ben de düşmüş olabilirim. Ya da düşmediysem düşmeyeceğim anlamına gelmez elbette. Hata şu: tercihlerimin yalnızca bir güruhun/topluluğun refahını yükseltip diğer kalan herkesi mağdur ve mazlum yapması. Kaldı ki Akp kurucularından bir çok isim de çizgiden bu anlamda sapıldığını gördüğü için partiden ayrıldı ya da uzaklaştırıldılar. Çünkü en çok onlar biliyordu aslında “adaletsizliğin” ne olduğunu.
Başka bir soru da şu; tarihin bu tarafında olmayı gerçekten ben mi seçtim? Bundan çok da emin değilim. Yani Selim Abi olabilirdim, Yusuf da. Uzun yıllardır aynı kitabın, aynı cümlesine defalarca referans verdim: “Benzer koşullarda olsaydım benzer kararlar alabilirdim, diyemeyen insanlık tarihini anlayamaz.” O yüzden yargılamak da çok içimden gelmiyor. Sertap Erener’in bir şarkısında vardı:
Sadece çok üzgünüm
Dargın değilim
Yargılamak mahkemelere, savcılara, hakimlere has bir fiil. Bu kelimeyi de hayatımdan çıkarmaya çalışalı çok oldu. Ne kadar yol aldım bilmiyorum ama gayretim sürüyor.
Bilenin bilmeyene, sevgi görenin görmeyene, tok olanın aça borcu var. Kimsenin bile isteye bu taraflardan biri olmayı seçtiğini düşünmüyorum. Gayretim vicdanımın sesini besleyerek ona kulak asmayı ömrüm boyunca sürdürmek. O yüzden Selim Abi’ye de Yusuf’a da seslenmeyi bırakmayacağım.
Sonra Kuzey Kore anayasasına baktım. Evet Kuzey Kore’nin de bir anayasası var. Biraz inceledim şöyle bir maddesi var:
Madde 4.
Devlet gücü organlarındaki tüm milletvekilleri, faaliyetlerinden dolayı seçmenlerine karşı sorumludur.
Seçmenler, güvenlerini boşa çıkaran milletvekillerini görev süresi dolmadan geri çağırabilirler.
Kağıt üstünde ne de demokratik duruyor. Halbuki hepimiz biliyoruz Kuzey Kore’nin ne kadar demokratik bir ülke olduğunu. Yetmiyor demek ki bir yasanın olması. Güçler ayrılığı olmadıkça, kurumlar birbirlerini denetlemedikçe hiç bir anlamı yokmuş demek ki.
Sonra kendimi düşündüm. Neyi feda edebilirim diye? Çünkü bu demokrasi denilen şey biraz da feda edilerek, savaşarak, ödün verilerek oluyor. Ben bugüne kadar neler feda ettim, neler feda edebilirim? Aslında korkmuyorum, Varlığım hayat varlığına armağan olabilir. Bunda bir beis görmüyorum. Ancak iki soru devreye giriyor:
1/ Değecek mi?
2/ Anneme, babama, sevdiklerime ne olacak?
1/ Çünkü insan ister ki yaptığı fedakarlık, döktüğü emek bir işe yarasın. Hadi bunu geçiyorum. Derim ki illa bir yere varmak değildir mesele, yolunu, yönünü bilmek de yetebilir. Buna böyle cevap verilebilir. Peki ya ikincisi…
2/ Sevdiklerim, akranlarım beni kaybetmenin acısına göğüs gerebilir. Peki ya 80’ine merdiven dayamış annem-babam. Burası benim yumuşak karnım. Tüm devrimci arkadaşlardan özür dilerim. Annemin ya da babamın bana kahırlarından canı yansın istemem. Burada da çağdaş insani-demokratik normlara sığınarak affınızı istiyorum. Yapamam. Bana bunu dayatırsanız da Kuzey Kore’den bir farkınız olmadığını düşünürüm.
Ama yapabileceklerim de var… İşte tam orada Dostoyevski giriyor devreye:
“Duvarı yıkmaya gücüm yetmiyorsa kendimi parçalayacak değilim elbette ama önümde duvar var diye de boyun eğmeyi kabul edemem!”
Boyun eğmeyenlere selam olsun!