“Afrika’dan gelen aşırı sıcak hava dalgası, tüm dünyada hayatı durma noktasına getirdi…”

Eyvah! Ziya Parlak’ın, iki yüz kırk yıldır damarlarında ılık ılık devr-i daim eden kan, bu haberle birlikte buz kesti. İki buçuk asra yaklaşan efsanevi hayatında türlü badireler atlatmış, hepsinin bir şekilde üstesinden gelmişti. Ama şimdi korkuyordu. Çünkü bu, onun yumuşak karnına -daha doğrusu sert kafasına- açılmış bir savaştı. Aşağı yukarı yüz yıldır omuzlarının üzerinde taşıdığı derin dondurucu artık işlevini yerine getiremeyebilir, bu da onun öl…

“ÇAT”

Duvardaki yağlı boya tablonun üzerine konan şişman sivrisineği, yaşlı elinin vurduğu tokatla bir anda patlattı Ziya Parlak. Hayvanın içinden çıkan kan, güzelim tablonun üzerinden yavaş yavaş aşağı aktı. Sıcak hava beraberinde büyük bir sinek problemi yaratmıştı. Sinekler, Ziya Parlak’ın en nefret ettiği varlıklar listesinde başı çekiyordu. Bu yüzden bağırdı: “Tevfik Beeeeeey! Tevfik Beeeeeeeeeey!!!”

Tevfik Bey, Ziya Parlak’ın binlerce kilometrekareye yayılan dev malikanesindeki binlerce çalışanından biriydi. Bu yardım çığlığıyla karışık azarlama ünlemine ışık hızıyla cevap verdi Tevfik Bey. Kan ter içinde geniş salona daldı. Yüzündeki kızarıklık sadece sıcaktan ve koşturmaktan değil, mahcubiyettendi de. Çünkü onun vazifesi sinekleri yok etmekti. Belli ki bu görevinde pek muvaffak olamamıştı. Hayatı boyunca en iyi bildiği iki şeyi; kimyayı ve yok etmeyi bir araya getirdi, yüzlerce farklı formül geliştirdi ama sineklerin sonunu bir türlü getiremedi. 

Sinekler, devasa ordular halinde malikaneye göç ediyor, termometreler rekor üzerine rekor kırıyordu. Ziya Parlak, bir kabine kurmalıydı muhakkak. Kafası, yani derin dondurucusu takır tukur çalışıyor, her zamanki gibi serin fikirler üretiyordu. Akşam yemeğinde çalışanlarını ve dostlarını topladı.

Muhteşem tabaklar ve lezzetli yemeklerle donatılan müthiş büyüklükteki yemek salonuna ilk önce Burunsuz geldi. Ziya Parlak onu başıyla hafifçe selamladı. Bir acayiplikle doğan ve suratının tam ortasında bulunması gereken o sevimli hokkanın yerinde kocaman bir boşluk olan bu zavallı, yıllardır Burunsuz ismiyle anılmaktaydı. Bu bayağılığı içine sindiremeyen Burunsuz, bugüne kadar tam kırk yedi kez estetik ameliyat geçirmiş, kendine dünyada olabilecek en güzel, en mükemmel burnu yaptırmış, ama yine de bu lakaptan kurtulamamıştı. Ardından kabinenin diğer üyeleri sırayla içeri girdi. Herkes foşur foşur terlerken, Doktor bir öneride bulundu:

“Efendim” dedi, “derin dondurucuyu açıp içine bir baksak?”

Doktor’un en sevdiği aktivite, bir şeylerin içini açıp bakmaktı. Normalde onun bir dediğini iki etmeyen Ziya Parlak, bu öneriyi kabul etmedi. Kafasının yerine takıldığı günden beri hiç açılmamıştı derin dondurucu. Her zaman cesaretiyle övünse de bu sefer aklı cesaretini, korkusu da aklını alt etmişti. Güvenlik biriminin harekat planları tartışıldı. Sıcağın merkezine gitmek, orayı darmaduman etmek istiyorlardı. Daha önce çok kez denemişti bunu Ziya Parlak. Ancak patlayan her bomba, bir şekilde hem sıcağı harlıyor hem de sineklerin sayısını katlıyordu. Mühendisler, tıpkı Ziya Parlak’ın kafasında yapıldığı gibi, tüm dünyanın üzerini kaplayacak bir derin dondurucu üretebileceklerini söylediler. 
“Bu mümkün mü?” diye sordu Ziya Parlak.
“Teorik olarak evet efendim” dediler.
“O zaman yapın!”

Ancak bütün imkanlar seferber edilse de mühendislerin gücü bu projeyi gerçekleştirmeye yetmedi. Hesaplarda bir yanlışlık olduğunu düşünüp tekrar tekrar hesap yaptılar. Sinek vızıltılarının sesini bastıracak kadar güçlü çalışan bilgisayar fanları, tüm mesailerini bu zeki cihazları soğutmaya harcıyordu.

Ağır bir sürüngen gibi kıvrıla kıvrıla geçen günler, Ziya Parlak’ı ümitlendirecek hiçbir haber doğurmadı. Derin dondurucunun takırtısı arttı. Sinekler, görüş alanını kısıtlamaya başladı. Son bir çare olarak sinekleri evcilleştirmeyi teklif eden bir grup profesör, yarı yolda sıcaktan eriyerek tarihe karıştı. Tevfik Bey kendi yaptığı sinek ilacını denerken zehirlendi, ardından da bilgisayarlar ve mühendisler sıcaktan buharlaştı. 

İki yüz ellinci yaşını tropik bir adada kutlamayı hayal etmişti Ziya Parlak. Küçük şemsiyeli tatlı kokteyller, hiçbir yerde bulunmayan egzotik meyveler, sürekli gülümseyerek sağa sola koşturan garson çocuklar, dilini bilmediği genç ve güzel kızlar… Buz gibi mavi denizi olan bir ada bulmuş, sıcak kumların üzerine her tarafı cam olan fevkalade bir yazlık ev yaptırmaya başlamıştı. İçeriyi tam olarak 21.4 dereceye ayarladığını ve deniz suyuyla doldurduğu havuzuna yavaş yavaş adım attığını hayal etmeye ba…

“ŞAAAK”

Beş on tane obez sineği iki avucunun arasında patlatınca, hayalinden uyandı Ziya Parlak. Ellerine yapışan bordomsu karartıyı mendiline sildi. Mendilini çok muntazam bir şekilde dörde katladı ve en yakınındaki hizmetçisine, teşekkür ederek teslim etti. Kalktı, sıcaktan ayakları yere yapışa yapışa sinek kümelerinin arasından geçti. Giyinme odasına uğrayıp ipek takım elbisesini giydi. Bu destansı hayatını, keyifli bir şekilde sonlandırmak istiyordu.

Malikanesindeki sinema salonuna girdi. Dışarıya göre daha az sinek vardı burada. Çok sevdiği bir şey yapacaktı şimdi. En güzel James Bond filmlerini seçti ve yumuşak koltuğuna yaslanıp zevkle izlemeye başladı. Ancak kapıyı ardına kadar çarpıp, etrafındaki sineklerle birlikte içeriye dalan Burunsuz, sinirden derin dondurucusunu çatırdattı. Sıcaktan yarısı erimişti Burunsuz’un.
“Efendim” dedi “efendim ben size bir şey söylemek istiyorum.”
Kapıyı kapatmasını işaret etti Ziya Parlak ona. Yarım kalan bedeniyle kapattı kapıyı
“Efendim…” dedi, heyecanını kontrol altına almaya çalışarak;
”Efendim ben sizi çok seviyorum.”
Bu garip ilan-ı aşk, Ziya Parlak’ta bir tiksinti uyandırdı. Midesi bulanır gibi oldu, ama yine de kibar olmak istiyordu ona karşı.
“Burunsuz” dedi, ağır ağır konuşmaya devam etti;
“Senin adın neydi ya?”
Burunsuz düşündü, düşündü, düşündü… Ziya Parlak, hafızasında bir yol bulmaya çalışan bu zavallıya dikkatle baktı;
“Sen kendine burun mu yaptırdın? Eski hali daha iyiydi sanki.”

“PAAAAAAAAAAT”

Son gücüyle ayakta durmaya çalışan Burunsuz, çuval gibi yere yığıldı. Vücudu erimeye, yerdeki bol desenli, el dokuması halının bir figürü haline gelmeye başladı. Ziya Parlak, yumuşak koltuğuna yeninden yaslandı. Kafasındaki çatırtılar, beyaz perdedeki şenliğin yüksek sesini bastırmaya başladı. James Bond filminin sonu geliyordu. Son kez, içten ve derin bir şekilde;  “Oh” dedi Ziya Parlak;
“İşte sonunda, sonunu bildiğim bir şey.”

“BOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOOM!!!”

Derin dondurucu büyük bir bomba gibi patladı. Parçaları koltuklara, halıya, perdeye saçıldı. Sinekler, salonu tamamen ele geçirdiler ve bu ihtişamlı patlamayı, neşeli bir karnavalın parçası, bir havai fişek gösterisi gibi keyifle izlediler.

Kategori: