Her şey o renkler yüzünden oldu. Antep fıstığı yeşili, limon sarısı, küçük pembe çiçekli, kısa kollu, yakası kolalı o harika gömlek!

Gecekonduyu bilir misiniz? Adı üstünde gece boş arazilere konan, bacalı, dört duvar, iki göz odası olan, kırmızı kiremitli evler. Arazi genişse, bahçeniz de olur elbette. Genellikle o bahçelere romantiklik olsun diye renk renk gül, sümbül ekilmez. Biber, domates, maydanoz gibi yenilebilir bitkiler ekilir. Kahvaltıda dalından koparılıp yenilebilsin diye. Bizim mahalledeki ilk evimiz işte bu tarif ettiğim evlerdenmiş. Ben görmedim. Çünkü daha doğmamıştım. O yıllarda yaşadığımız şehirde göç oranı arttığından bu evlere büyük rağbet eden müteahhitler üremiş – bu meslek için üniversitede bir bölüm okumaya, dil bilmeye gerek yok. Az biraz kafanın çalışması ve sermayenin olması yeterli – Bizim bu gece konan ev Müzeyyen ismindeki Hacı annenindi. – hacı anne şöyle bir rütbe; hacıya gidip gelmişseniz hacı anne olabilirsiniz. Kocası Hamdi de Hacı babamdı. – Hacı anne ve Hacı babamın çocukları yoktu. Yaşlı oldukları için ben bu durumu garipsiyordum. Çünkü evli olan herkesin çocuğu olmalıydı bana göre. İnsan yoksa niye evlensin ki?

Ben doğduğumda bir çatı katında oturuyormuşuz. Halamın bana aldığı Antep fıstıklarının rengini çok beğenip – aslında tadından dolayı – en sevdiğim renk fıstık yeşiliydi. Burak Kut’un ‘Benimle Oynama’ şarkısı benim favorimdi. – Gittiğimiz her doğum günü toplantısında beni ortada oynatan komşularımızla bugün görüşmüyorum. – Aslında Burak Kut favorimdi. Çok havalı ve yakışıklı geliyordu bana. İlk aşkım olabilir. Hatta komşumuzun oğlu Furkan abiyi de ona benzettiğim için ona da aşıktım. Onu her gördüğümde heyecanlanıyordum. Halam da bizimle yaşıyordu. Annem ile yaşıt olan halam lise mezunuydu ve çalışıyordu. Bu o zamanın kızları açısından oldukça özgür, iddialı bir durumdu. Kendisi biraz anarşikti zaten. Yirmi beş yaşına gelmiş olmasına rağmen evli değildi. Haftada en az üç kere gelen görücü adaylarına hayır deme lüksü de vardı. – gerçi sonra çalışmasına bile izin vermeyen bir hödüğe aşık olup evlendi – O yıllara ve o eve dair hatırladığım pek bir şey yok. Ev; iki odalı tuvalet ve banyo aynı yerde yapılan, mutfağına sadece tezgahının sığdığı, ancak on metrekare balkonu olan bir evdi. Kardeşim daha doğmadığından babamın prensesi bendim. – kardeşim erkek oldu – Okula başladığım yıl yeni bir eve taşındık. Eski evimiz gibi balkonu yoktu ama bahçesi vardı. Üstümüzde de altı kat daha. Meğer o ev bu evmiş. Şu gecekondu! Müteahhitlerin işi… Bu defa satın almışız. Tabi evi satın aldığımız için babamı daha az görür olmuştum. Sanırım o yıllar yirmi saat çalışıyor dört saat de uyuyordu. Hep baygın bakan ve yorgun bir babam vardı benim. İşten gelince kuaförcülük oynardık. O televizyonun karşısında yatar uyuklar, ben de yağlanmış saçlarıyla oynardım. Bazen de az yorgunsa veya işten erken gelmişse atçılık oynardık. Sırtına binerdik, ona evin içinde kardeşimle beni dolaştırırdı. Kahkaha kıyamet… Buna eminim; benim yorgun bakışlı çalışkan babam memur ya da asker olsaydı bizi daha çok eylerdi… Hayat şartları onu yormuştu. Belli ki ben yalnız kalmayayım diye de bir çocuk daha yapmışlardı. Bildikleri şey, kardeş kardeşe candır çünkü. Kardeşim Buğra o sıralar iki yaşındaydı. Erkek olduğu için varlığını çabuk kabullenmiştim. Çok kıskanmamıştım. Yalnız, eve ilk geldiği gün arkadaşım Meltem’den duyduğum ‘kardeşinin pipisi var ‘ ı çok merak edip anneme pipiyi sormuştum o da bana kardeşiminkini göstermişti. Sonra tutup sıkmıştım elimle, kardeşim uyanıp ağlamaya başlayınca annem de elime vurmuştu. Sanırım canı acımıştı. Pipi denen şey çok acayipti. Kızlarda neden yoktu? Meltem’e göre biz kızların da doğduğunda pipisi vardı ama yaramazlık yapanlarınki içine kaçıp kukuya dönüşüyordu. Demek ki ben yaramazdım. Kardeşim kız olsun diye bütün yaramazlıklarımı onun üzerine atmıştım. Ama annem sakin ağırbaşlı gıcık kardeşime değil bana ceza verirdi. Çok uğraştım ama kardeşim erkek kaldı. Etrafımdaki bütün arkadaşlarımın kardeşi kızdı, benim de olmalıydı. Sadece bunu kıskanıyordum. Acayip moda olan Barbie bebeklerle oynamayan, arabalara tapan bir veledi ne yapsaydım! Tek ortak yönümüz babam ve annemdi. Geceleri uyumadan önce çok dua ettim. Yazın annemin zorla gönderdiği Kur’an kursunda öğrendiğim duaları tek tek okuyordum. Belki bir işe yararlardı. Yaramadı elbette. Kardeşim uslu doğmuştu. Halbuki o da şanssızdı. Mahalledeki erkek çocuk sayısı azdı. Oyun oynamak ona çile haline dönüşmesin diye ben ablalık görevimi yapıp, onu kendi grubuma dahil etmiştim. Doğalgazın mahallemize yeni geldiği senelerdi ve kapının önünde doğalgaz kutuları olurdu. O kutuların boyları kardeşimin boyu kadardı. Lastik ip atlayacağım zamanlar ipin bir tarafını kutuya bir tarafını kardeşimin beline geçirir rahat rahat hiç yanmadan ip atlardım. Böylece kardeşim de annemin istediği gibi gözümün önünde olurdu. Kardeşimle sadece apartmanın yedinci katı olan üstü açık çatıya çıkmamız yasaktı. Ön tarafı sokağa arka tarafı bizim bahçeye bakıyordu. Annem sanırım kardeşimi oradan atarım ya da düşürürüm gibi korkulara kapılmıştı. Ve asla oraya birlikte çıkmamıza izin vermiyordu. Daha önce kardeşimle yaşadığımız kötü bir balkon deneyimi vardı, annem de buna şahit olmuştu. Yan komşumuz Bilgen ablaların evindeydik; kardeşimin boyu ermediği için ben onu balkondan aşağı bakması için kucağıma almıştım. Sonra o çığlık atmaya başlamıştı ben de o eğleniyor sanmıştım. Hatta şaka olsun diye iyice sarkıtıp kafasının üzerinden aşağıdaki Bilgen ablaların arabasına tükürüyordum. Meğer kardeşimin yükseklik korkusu varmış. Annem bizi yakaladığında kardeşim aynı arabanın üzerine kusuyormuş. Annem hem araba kirlendiği için hem de kardeşim çok korktuğu için elbette bana çok kızdı ve bir tokadı yanağıma çaktı. O tokadın tadını hiç unutamam; ensem titremiş, sırtımdan popoma doğru soğuk bir su akmıştı. Kardeşimin kusmuğunu görünce, midem bulanmıştı ve ben de kusmuştum. Annem sanırım bu sebepten anlamsız sözlerle bağırıp, sinirden ağlamıştı o gün…

Çatıya genelde Meltem’le birlikte çıkardık. Bir gün yeşil üzüm ve peynir ekmekle yaptığımız enfes piknikle, bir gün boş su depolarına girip, deponun dibindeki suya ayaklarımızı sokmakla, bir günse apartman boşluğuna doğru çığlık atarak çıkan yankıya anıra anıra gülerek eğlenmekle, bir gün karşı apartmanın çatısına tükürme yarışı yapmakla vakit geçerdi. Çatıda geçirdiğimiz bu ikili eğlenceyi aşağıda, sokakta çocuklarla oynadığımız oyunlara değişmezdik. Tabi bu eğlenceli çatı günleri yazın gelmesiyle başlardı. O gün akşam ezanı vaktinden yani eve girmeden önce Meltem ile yarınki çatı planını konuştuk. Çarşamba günleri evin önünde kurulan pazardan üzüm alınırdı. Daha Çarşamba gelmediği için piknik yapamazdık. Akışına bıraktık. – aslında annem camdan ‘eve gel’ diye bağırınca planı kuramamıştık. – Bir yandan da yeni alınan bisikletime binmek düşüncesiyle heyecanıma bir türlü engel olamıyordum. Ama annem öğle sıcağında asla izin vermeyecekti bisikletle çıkmama. Bir diğer heyecanım da; Bilgen ablamın küçülmüş eteğini bana vermişlerdi. Yarın hemen onu ve harika fıstık yeşili gömleğimi giymekti. Bisiklete de eteğimle binemezdim. En iyisi bisiklete akşam binmek, annemi de kızdırmamaktı. Yoksa annem dışarı çıkmama izin vermez ve ben bahçede bisikletimin pedallarını geri geri çevirip spor salonundayım oyunu oynayabilirdim. Ancak bu güzel havada bu sıkıcı oyuna gerek yoktu.

O sabah heyecanla uyandım. Kahvaltıda domatesli yumurta, peynir, biberli yeşil zeytin – çekirdeksiz olduğu için çok seviyordum. – yedim. Üç bardak da çay içtim. Hemen ellerimi, ağzımı yıkayıp dişlerimi fırçaladım. Diş fırçalamak bir çocuğa göre fazla gelişmiş bir alışkanlıktı bende. Diş fırçalamaya üşendiğimde babam Bilgen ablamın kardeşi Yasin’i örnek gösterirdi. O her güldüğünde ağzının içindeki yirmi dişin ağladığını düşünürdüm. Hele bir de önden üç dişinin çoktan öldüğünü varsayarsak… Bazen geceleri uymadan önce önden üç dişimin çürük olduğunu hayal ederdim ve uykum kaçardı. Ne kadar utanç verici bir durumdu ama Yasin bunun farkında bile değildi, hiç umursamadan rahat rahat gülümseyebiliyordu. Hiç kimse de bu Yasin çocuk diye bunu umursamıyor, yadırgamıyordu. Belki de sorun ben ve babamdaydı. Bu durum benim için korkulu bir rüyaydı adeta. Bu sebeple dişlerimi fırçalamadan uyuyamaz, dışarı çıkamazdım asla. – Yasin büyüyünce diş hekimi oldu. Bunun çocukluk travması olduğuna dair ruhumu satarım.- Kahvaltı sonrası büyük bir heyecanla Bilgen ablaya küçük gelen artık benim olan beyaz, kabarık, kolalı eteğimi giydim. Üstünede halamın aldığı en sevdiğim fıstık yeşili ve limon sarısı üzerine küçük pembe çiçeklerin konduğu, kolları kısa, yakası kolalı, düğmeleri de fıstık yeşili olan o harika gömleğimi giydim. Beyaz çiçekli terliklerim ve annemin ördüğü dantel tokamı da takarsam yaza hazırdım.

Meltem ile bir saat çatıda epey sıkıldık. Biraz manzarayı seyrettik, komşu annenin incir ağacına tükürdük. – oradaki incirleri ağustos geldiğinde sanki biz yemiyormuşçasına – Yan apartmanın çatısına geçmeye kalkıştık ama eteğimin yırtılmaması için ben geçmeye cesaret edemedim. Güneş tepeden yakıyordu. Bunu değerlendirmek için boş su depolarının üzerine yatıp güneşlenmeye karar verdik.Meltem uyuyakaldı. – Bu kadar sıcağın altında nasıl uyumuştu. Şaşırmıştım. – Bense iyice sıkılmaya başlamıştım. Arka taraftan aşağı bizim bahçeye bakarken, bizim bahçenin üst tarafında kalan bahçedeki kadını gördüm. Kadının adı Fatma’ydı. Annemler Fatma abla dediklerine göre annemlerden yaşı büyüktü. Zaten yüzü de çok kırışıktı. Mahalleye sonradan gelen Fatma ablanın kocası dul Aziz amcaydı. Yaşça Fatma abladan büyük olan dul Aziz amca, o bahçenin ve üstündeki üç katın daha sahibiydi. Dul Aziz amcanın ölen karısından kalan iki çocuğu evli, çocukluydu ve o aile apartmanında yaşıyorlardı. Yani onlar da bizim komşumuzdu. Annemin gününe gelen kadınların yaptığı dedikodulara ve her şeye bağıran, kızan, sürekli yüksek sesle konuşup komşuların kızdığı dul Aziz amcanın tavırlarına bakılırsa; dul Aziz amca fena bir adamdı.

Pimapen o yıllarda yaygın olmayan bir cam, pencere türüydü. – Doğramalar genelde beyaz olur içine de çift cam takılır. – Bu cam sayesinde de pencereyi kapattığınızda dışarıdaki ses içeri girmez. Balkon ve bahçeye açılan kapılar inanılmaz sert olurdu. Genelde gece kapıları kitleme görevi güçlü ebeveynlere kalırdı. Çatıdan aşağı bakarken Fatma ablaların yeni 3 dikkatimi çekmişti. Muhtemelen reklamlarda gördüğüm Fıratpenlerdendi. Onların bahçe bizim bahçenin üst tarafında kalıyordu. Yüksekten daha güzel görünüyordu. Bahçe; geniş, sardunya ve ortancası bol çiçeklerle dolu, çeşmesi ve ucundaki mavi hortumuyla artık Fıratpenliydi. Çiçekli beyaz terliklerimi yere sürterken yerdeki betondan taşlar dağılmıştı. Taşların yerden oynadığını görünce elime aldım, oynamaya başladım. Taşlar çimento olduğundan sıcakta elimin nemini emiyordu, parmaklarım kurumuştu. Elimde beyaz beyaz izler oluştu bir anda. O taşlardan bir tane önce bizim bahçeye fırlattım. Yedinci kattan birinci kata düşünce biraz yankı yaptı. Annem sesi duyar ve bahçeye çıkar korkusuyla bir daha bizim bahçeye atmadım. Başa bela almaya gerek yoktu. Ayrıca kardeşim de o saatlerde uyuyor oluyordu. Ben de Fatma ablalarınkine fırlattım ufak bir tane taş parçasını. Yine yankı yapmıştı taşın sesi. O öğle sıkıcılığında ne harika sesti o ses. Bir tane daha fırlattım. O arada Meltem uyandı ve yanıma geldi. Bu küçük eğlenceme dahil olmak istedi ama ayarsız Meltem taşları Fıratpen camlara denk getiriyordu. Bir anda Fatma abla içerden çıktı ve bağırmaya başladı. Biz taş attıkça o bağırıyordu. Bizse onun çığlıkları altında inanılmaz eğleniyorduk. Bir yandan deli gibi gülüyor bir yandan da bizi görmesin diye Fatma abladan gizlenmeye çalışıyorduk. Hayatımızın en eğlenceli günü olmalı. Fıratpene gelen bu tok ses bir harikaydı. Sonra birden dul Aziz amca içerden çıktı ve deliler gibi bağırarak küfretmeye başladı. Analarımızla ilgili bir küfürdü ama anlamadım. Çok korktuk. Polisi aramaya gidiyorum deyip içeri giren Fatma ablanın çığlıkları eşliğinde çatıdan apar topar indik. Birkaç gün çatıya çıkmamaya karar verdik Meltemle. Muhtemelen polis gelecek ve mahalledeki bütün çocukları tek tek sorguya çekecekti. Biz ne olursa olsun inkar edecektik. O gece polise vereceğim cevapları düşünmekten uyuyamadım. Ertesi gün yine aynı harika fıstık yeşili bluzumu ve kloş kolalı eteğimi giymiştim. Dün yaşanan korkunç gerilimden dolayı tadına varamamıştım harika giysilerimin. Havamı atamamış merakımı alamamıştım. Annem bahçede çamaşır asıyordu. Dışarı çıkmak için ondan izin almaya diye yanına uğradığımda, bedenimin üst kısmını kapıdan uzatarak ‘ anne ben sokağa çıkıyorum’ dedim. ‘ Bu, bu, bu, buydu! ‘ diye inledi ortalık. Dünkü çığlığın aynısıydı. Fatma abla annemle konuşuyormuş meğer o sırada. Konu da; Fıratpenlere atılan taşlar. Harika giysilerimle oyalanırken bu ayrıntıyı duymamışım. Sanki o an zaman durdu. Dünya ise dönmüyordu. Annem bana alev saçan koca yeşil gözleriyle bakıyor, kadın işaret parmağıyla beni gösteriyor ve çığlık atıyordu. Ben ise öylece donakalmıştım. ‘‘ Bu bu! Aaa senin kızmış. Vallahi üzerindeki gömlekten tanıdım, bu.’’ Kadın beni değil harika gömleğimin rengini görmüş ve tanımış ve ben de aptal gibi bunu düşünememiş bugün de aynı gömleği giymiştim! O an annemden yiyeceğim dayağı mı yoksa çatıdan kendimi atmayı mı tercih etsem daha onurlu olurdum diye düşünmeye başladım. Elbette annem bana tercih hakkı bırakmayacaktı. Soluduğu nefes beni ürkütüyordu. Bir yandan da kadının hızlı hızlı söylenmesi fon müziği gibiydi. ‘’ Cama attı, bilerek attı. Kırılsaydı vallahi ödeyemezdiniz. Bizim Telat’ın oğlu da cam kırdı geçenlerde. Vallahi pahalı. Bir de bizimki Fıratpen! ‘’ Beni Telat’ın oğlu kepçe Kemal’le kıyaslamıştı. Çok sinirlenmiştim buna. Bir de doğru bilmişim camlar Fıratpenmiş. Kadının söyledikleri karşısında annemin dili tutulmuştu sanırım. Bana sadece ‘ içeri gir ve odada bekle! ‘ diyebildi. Ben ise ‘ Ben yapmadım Meltem attı! ‘ diyebildim. Evet boku da yakın arkadaşımın üstüne atmamış onu adeta bokla sıvamıştım. Bir de yalancı olmuştum. İğrenç bir insandım o an. Ne biçim çocuktum. Pipim bundan kaybolmuştu. Yaramazdım ben. Hak ettiğim dayağı yemek üzere annemin dediği gibi odaya girdim ve iğrenç renkli koltuk örtüsüyle saklanmış koltuklardan birine oturdum, beklemeye başladım. O gün tek hatırladığım annemin tokadıyla bir koltuktan diğer koltuğa uçarken, eteğimin havada ne kadar havalı süzüldüğüydü. Bu etek harikaydı. Aynı o harika fıstık yeşili kısa kollu gömleğim gibi. Maalesef o gömleği bir daha hiç giymedim. Birkaç yıl sonra da annem bu küçüldü sana diyerek ‘cam bezi’ yaptı onu. Hayat ironilerden ibaret sanırım! Benim asıl merak ettiğim ise, annem bu olanları Meltem’in annesine anlatmış mıydı? Annelerimiz bizim kadar samimi değillerdi. Ancak bu çok büyük bir olaydı ve Meltem de en az benim kadar suçluydu. O da dayak yemiş miydi? Eğer yemediyse ortada büyük bir haksızlık var demektir! Bunu cool bir şekilde öğrenmeliydim.

O Çarşamba günü evin önünde kurulan pazara annemle birlikte çıkmıştık. Üzüm almaya diye durduğumuz tezgahın önünde, satıcı görmeden yediğim üzümlerden biri boğazıma kaçmıştı bir an. Çünkü Meltem ve annesi de aynı tezgaha gelmişlerdi. Annem ile annesi selamlaştılar ama hiçbir şey konuşmadılar. Yani annesi hiçbir şey bilmiyor muydu? İlk taşı Fıratpene o atmıştı oysa ki! Sükunetimi koruyarak ve havalı görünmeye çalışarak Meltem’e bakıyordum. Tezgahtan kopardığı üzümleri yerdeki kanalizasyon deliğinden geçirmeye çalışıyordu. Beni görmezlikten mi geliyordu acaba? Konuşmuyorduk. Çok sinirlenmiştim bu hal tavra… Küsecek biri varsa bendim. Yok sayılacak biri varsa oydu. Tezgahtan kopardığım üzüm tanesini 4ondan önce delikten geçirdim. Şaşırdı. Kafasını yerden kaldırıp bana baktı. Pis pis gülümsedim. O sırada annem üzümleri yere attığımı görünce nimetle şaka olmaz diyerek popoma iki şaplak attı. Bu defa Meltem pis pis gülümsedi. Ben yine tüm korkaklığımla ‘ Meltem yaptı önce ‘ dedim. Annem hiç duymadan beni elimden tutup çekiştire çekiştire eve yol aldırdı. Gözüm doldu. Gururum sarsıldı. Ama ağlamadım. Biraz ilerledikten sonra Meltem’e dönüp baktım. Şeker tezgahında gofret seçiyordu. Ben ise bu haftaki hakkımı kaybetmiştim. Azıcık gözüm yaşardı. Meltem ise gülümsüyordu. Artık yakın arkadaş değildik.

Kategori: