Önce derin bir nefes alalım, çünkü kafamıza basan dev bir ayak var:

Borç.

Ama nasıl bir borç? Aslında bu soyut bir şey. Onu somutlaştıran, arkasındaki yasa ve yasayı koruyan silahlı güçler. Yani güvercin gibi takla atan kredi kartlarımızın bir asgari tutarı, bir de askeri kanadı var. Bu, kapımıza silahlı adamlar dayanacak demek değil, hem henüz o kadar ciddiye alınmıyoruz hem de dünyada o kadar çok silah yok.

Kişi başına düşen asker sayısının birden az olduğu dünyamız, günümüzde gayet ölçülebilir bir dünya. Her şey rakamsal olarak ifade edilebilir halde. Tarla sınırlarına çekilen çitler, excel tablolarına dönüşmüş durumda. Vade sonları ve faizler kutucuklarla çevrelenmiş. Ahlaklı insanlar olarak bu kutucukların içinde kalmak zorundayız. Çünkü bu elle girilmiş ve bold çizgilerle çevrelenmiş ahlaka göre ayıp denen bir şey ve ayıp diyen birileri var.

Ayıp olmazsa şöyle bir sahne düşünelim şimdi. Telefon çalıyor. Açıyoruz. Karşımızda bir banka var ve çok özel bir fırsatla bize kredi kartı satmaya çalışıyor. İstemediğimizi söylüyoruz. Şaşırıyor, çünkü bir insan neden borçlanmak istemesin ki? Avantajlarını sayıyor, yine istemediğimizi söylüyoruz. Durmuyor. Soru cevap faslına geçiyor. Büyük bir alışveriş yapacağımız zaman bunu nasıl ödeyeceğimizi soruyor. Olmayan bir parayı harcamak istemediğimizi söylüyoruz. Yine durmuyor, daha derine iniyor. Peki ya acil bir ihtiyacımız olduğunda, mesela sağlık… O zaman ne yapacağız? “O zaman da eşimiz dostumuz var kardeşim” diyoruz. Bunu duyunca duruyor mu? Belki. İnanırsa durur. Ama şimdilik yemiyor. Çünkü gücünün ve güçsüzlüğümüzün farkında. O da şimdilik.

Onun gücü kendinden değil işlevinden geliyor. Yaptığı işlev aslında bir aktarım. Aşağıdan yukarıya doğru bir aktarım. Yukarıda alacaklılar, aşağıda borçlular var. Alacaklılar hep alacaklı, borçlular hep borçlu. Kavram yerli yerinde durduğu sürece aktarım devam ediyor. Peki o zaman şu kavramı biraz inceleyelim. Borcun hayatımızda nasıl bir yeri olduğunu görmek için biraz derinlere inelim. Gerçekten bu kadar yaşantımızın merkezinde mi? Mesela dualarımıza bakalım; “Allah’ım hastalara şifa, dertlilere deva, borçlulara eda…” Evet, hastalık ve dertten sonra üçüncü sırada o geliyor. Ama serbest ve sınırsız bir alan olan duada bile borçluların borcunu ödemesi isteniyor. Yani kolaylaşsın ama yine de ödensin. “Allah’ım borçluların borcunu sil” gibi bir dua edilmiyor. Bir jübileyi bırakın talep etmeyi, dualarımızda bile geçiremiyoruz. Çünkü o artık bizim için hayal dahi edilemeyecek durumda.

Peki bu kavramı tamamen tersine çevirsek? Tepetaklak. Kredi kartlarının attığı taklalar gibi ama bu sefer kayıtsız şekilde. Alacaklıları bir süre dışarıda bırakalım. Zaten hep aynı insanlar ve aynı kurumlar. Piramidin tepesine doğru çıktığımızda iyice birleşiyorlar. Tamam onları denklemden çıkardık bir süreliğine. Veresiye defterlerini yaktık farz edelim.

Kavrama taklayı attırdık. Evet, bizim yanımızda şimdi ters dönmüş bir borç var. Bu tahsil edilecek, vadesi olan, faiz binen, haciz edilebilen bir borç değil. Bu bizi birbirimize bağlayan bir ilişki biçimi. Bağ derken, basbayağı toplumu oluşturan şey. Birbirimize yaptığımız şeyleri bir kağıda yazmıyoruz. Onlara “hizmet” demiyoruz çünkü aramızda bir hizmetçilik hiyerarşisi yok. Arkadaşımızın demonte mobilyasını beraber kuruyoruz mesela. Bundan bir ücret talep etmiyoruz. Bu bizim ihtiyacımız olan birlikte yaşamanın bir gereği. Piyasada bunun ücretli bir karşılığı var elbette ama onu tercih etmiyoruz. “Ne var kardeşim hallederiz iki dakika, hem bir sohbet muhabbet etmiş oluruz” diyoruz. İşte tam burada kavrama takla attırmış oluyoruz. Onu piyasanın elinden çekip alıyoruz. Çünkü aynısını arkadaşımız da bize yapacak ve olması gereken de bu zaten. Yapmasa da olur tabii, haciz memuru gibi kapısına dayanmayacağız. Arkadaşız biz, şirket ve müşteri değiliz. Eğer biz bunu fiyatlandırsaydık, değerleseydik bu bizim arkadaşlığa dair bir ilişki biçimimiz olmaktan çıkacak ve fatura edilebilir bir “ürün”e dönüşecekti. Çünkü bizim ihtiyaçlarımız piyasalaştıkça, bu ters dönmüş borç yeniden eski halini alıyor. Yani yazılı hale geldiği anda birileri, birilerinden bunu tahsil etmek durumunda kalıyor. Kayıt altına alınan her şey bir excel tablosuna dönüşüyor.

Bunu nerede görüyoruz? Mesela düğünlerde. Olayımız nedir düğünlerde? İki insan yeni bir yuva kurar bize ikramda bulunur biz de onlarla olan dayanışmamızı ifade etmek için altın takarız. Aramızda kurduğumuz güzel bir sistem. Peki bu ne zaman bozulur? Takı töreni kayıt altına alındığında. O zaman yıllar önce birine çeyrek takan, onun birebir aynısını geri istemeye başlar. Olay, insanların durumuna göre yaptığı cüzi katkıdan çıkar ve herkes şirketleşir. İşte o zaman müşteriler de yediği yemeği beğenmez ve düğünler herkesin nefret ettiği mecburi ödevlere dönüşür. 

Düğünleri şirketleştirdik belki ama hala piyasaya sokmadığımız, fiyatlandırmadığımız şeyler var. Bir yakınımızın cenazesine gittiğimizde, bir dostumuzu hastanede ziyaret ettiğimizde veya bir büyüğümüzün bayramını kutladığımızda bunu kayıt altına almıyoruz. Günümüz dünyasında yaşayan insanlar olarak bunu profesyonelleştirmek bize saçma geliyor. Huzurevinde kalan yaşlıların para karşılığında bir grup gence kendilerini ziyaret ettirmeleri gibi bir sahneyi absürd buluyoruz. Ama kendi yiyeceğimiz yemeği yapmayı, evimizi temizlemeyi veya bir eşyayı a noktasından b noktasına götürmeyi piyasalaştırmak da muhtemelen bizden öncekilere en az bu kadar saçma geliyordu. Piyasa, önüne engel çıkmadığı sürece kendine yeni alanlar açıyor, daha çok insanı ve daha çok insani ilişkiyi işgal ediyor.

Bu işgalin önüne geçmek istediğimizde çok sayıda engelle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, aynı bankanın altında ezildiğimiz insanlarla farklı kültürel kamplarda bulunmamız. Halbuki alnı secdeye değen Murat ve ağzı viski bardağına değen Ali, aslında hiç var olmayan ama kendilerine hak gördükleri soyut alacaklarını tahsil edemediklerinde… Hatta ne tahsil edememesi, tahsilatlarına karşı en ufak bir tehdit hissettiklerinde hemen kardeş olduklarını hatırlıyorlar.

Bu piramit kardeşlerin elinde bir de sihirli değnek var. Bilim. Chicago’daki kürsülerinden üzerimize bilim, veri, rakam ve tablo yağdıran, son derece eğitimli, son derece bilgili, havalı aristokratik soyadlara sahip beyefendiler ve hanımefendiler, bir de onların uzak ülkelerdeki oryantal şubeleri. Arkası ödüllerle dolu prestijli koltuklarından bize doğru bakıyorlar ve “ulan cahiller” diyorlar, “Sizin bir tane göreviniz var, özgür bireyler olun, kredi çekin, satın alın ve borcunuzu ödeyin! Siz ne anlarsınız bilimden, ekonomiden! ” Haklısınız hocam. Bizim haşa alimlik gibi bir iddiamız yok. Ortaya ekonomik bir model de koymuyoruz. Sadece bir bakış açısı arıyoruz. Sizin geniş amfilerinizde olmayan bir bakış açısı. Doğrudur hocam biz ekonomiden anlamayız. Biz zır cahil insanlarız. Bizim elimizde veriler yok ama birkaç tane hikayemiz var. Onlardan biri şu… Siz de bilirsiniz ki Firavunun da zamanında yanında sihirbazları vardı. Sopadan yılan yaparlar, gerçek gibi gösterirlerdi. Hatta gerçekliğini geçelim, bundan başka bir şey gerçek olamaz gibi gösterirlerdi. Sonra ne oldu? Firavunla birlikte hepsi müzelik eşya oldu.

Evet şu an önümüzde çok açık bir yol yok belki. Ama biraz geriye dönelim. Biraz daha… Hatta en geriye. Yolun başına, ilk ayrımla karşılaştığımız yere. Nasıl yaşayacağız? Birbirimizle rekabet ederek mi yoksa dayanışarak mı? Hangilerinden olacağız? Üniversite sınavında iki sıra öne geçmek için rakibinin ishal olmasını arzulayan çocuklardan mı, yoksa arkadaşlarıyla birlikte ders çalışan ve öğrendiklerini anlatanlardan mı? Ne yapacağız? Her şeyimizi satacak ve her şeyi satın mı alacağız, yoksa birbirimizi sahiplenecek miyiz?

Kategori: