“Üç deyince koşacağız!” dedi.
Başını bizi gizleyen köşe başından gürültülü sokağa çevirdi ve bana bakmadan, bana hiç bakmadan elimi sıkıca tuttu. Üç deyince koşacakmışız. Ne diye koşuyorum seninle? Niye sen “üç” diyorsun? Sokaktan sesler yükseldi, insanlar yükseldi, kaldırım taşları yükseldi. Rüzgar onlara destek olmak ister gibi acele acele peşlerine takıldı.
Üşüyorum. Bir tek sol elim sıcak. Onun avcunun içinde kıvrılan parmaklarıma bakıyorum. Sahipsiz gibiler. El ele tutuşmak değil bu, bir eli diğerine sıkıştırmak, bir eli diğerine mahkum etmek. Koşmuyorum, koşmayacağım. Alsın elimi gitsin.
Önümüzden bir grup genç geçiyor, bakışıyoruz. Köşe başımızda yavaşlıyorlar, şöyle bir durup başlarını sokağa çeviriyorlar. Kimse “üç” dememesine rağmen aynı anda, aynı adımı atıyormuş gibi, hep aynı yöne aynı adamı atabilenlerin güveniyle koşmaya başlıyorlar. Rüzgarı sırtlarına alıyorlar. Bir ses geliyor. Öncekilere benzemeyen, tiz bir gürültü. Bir sinyal. Biri birini uyarıyor. Tiz ses birazdan kötü şeyler olacak diyor. Bu işaretin bize verildiğini hissetmiyorum, kendi adıma endişelenmiyorum. Birinin bizi neyden uyarmak isteyeceğini bilmiyorum. “Üç” bile demedik.” Yerimizden tek adım atmadık, belki nefes bile almadık, rüzgarla hiçbir türlü işbirliğine girişmedik. Belki ısınırdık biraz koşsak ya da ait olurduk?
Üç deyince koşacakmışız. Ne kolay aldı bu sorumluluğu! “Ya hiç üç diyemezsem” diye düşünmeden. Ben neden bekliyorum seni? Ben de üçe kadar sayabilirim, bak şimdi: bir, iki…
Bana dönüyor. Boşta kalan diğer eliyle yüzüme dokunuyor. Alnım terlemiş, oradan alıp birkaç saçı kulağımın arkasına götürüyor. “Korkma” diyor. “Çıkaracağım seni buradan.”
İçimdeki sesler yükseliyor, içimdeki insanlar, içimdeki kaldırım taşları.
Bu yabancı şehrin köşe başına ilk nasıl ve hangi sebeple geldiğimizi, sokaktaki sesleri nasıl duyduğumuzu hatırlamaya çalışıyorum, yok. Kaldığımız oteli, gece üzerinde seviştiğimiz yatağı ve sabah beni ilk kez “karıcım” diye uyandırmanın ona verdiği tuhaf zevki gördüğümü hatırlıyorum ama içinde bulunduğumuz sahnenin bir başlangıcı yok. Buradayız, başlayıvermişiz ve köşeyi dönsek karşılaşacağımız bu diğer sahnenin gürültüsüne, derdine ortak olmadığımızı hissediyoruz. Hayır o öyle hissediyor. Ben bu köşe başında durmaktansa, sadece durmaktansa bilmediğim bir şehrin kavgasına sahip çıkarım. Çıkardım. Ama beni hiç tanımıyor, hiç tanımadığı birine “karıcım” diyor artık. Hiç tanımadığı için korktuğumu düşünüyor. Bu yüzden çıkaracak beni buradan.
Yaşlı bir kadın yanaşıyor yanımıza. Elinde market poşetleri, poşetin içinde havuçlar ve domatesler var. Bir sinek ilacı, bir kutu süt. Tüm bu koşturmaca olmasa burada bir plan varmış.
“Ne oluyor kızım?” diyor bana.
Ağzımı açamadan elimi bu kadar sıkma hakkını belli ki iki gece önce teslim ettiğim adam atlıyor: “Yolu kapatmışlar teyze, sen alt sokaktan geç, çok fena olay var.”
Teyze şaşkın. Ama şaşkınlığı yüzünde uzun uzun yer etmiyor. Hiç de diğerleri gibi koşturmadan, hiçbir türlü rüzgarın yardımına ihtiyaç duymadan sakince dönüyor köşe başından. Başımı onun arkasından sokağa çeviriyorum. Göz gözü görmüyor, her yerde sis bulutu. Yaşlı kadın, elinde market poşetleriyle, dünyadaki her şeyi yalnızca o biliyormuş gibi bir sakinlikle, yürüyor.
“Üç!”